Temelli: Kayyumlar Cumhuriyet rejiminin otoriterleşmesidir

Temelli: Kayyumlar Cumhuriyet rejiminin otoriterleşmesidir
HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli, "Kayyım rejimi aslında bir yönetememe halinin tezahürü. 13. kayyım Cizre’ye atandı ve 29 Ekim günü atanıyor. Cumhuriyet rejiminin otoriterleşmesinin sahnelenmesinden başka bir şey değil" diye konuştu.

HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli, bir grup gazeteciye meclisteki makamında bir araya geldi. Temelli, ülkedeki siyasi gündeme dair değerlendirmelerde bulundu.

Sıcak bir gelişme ile başlayalım. AK Partili Mustafa Yeneroğlu’nun partisinden istifasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Alışılagelmiş AKP milletvekili profilinden farklı bir profil sergiliyordu. Dolayısıyla istifası beklenebilir bir şey. Ama bunu salt farklılıkla açıklamak mümkün değil. Genel anlamda bir çözülmenin olduğu aşikar. Zaten uzun zamandır kendi içindeki tartışmalar sonucu AKP’de farklı arayışta olan insanların parti kurma çalışmaları var. Sayın Davutoğlu’nun, Sayın Babacan’ın çalışmaları var. Son yapılan araştırmalara bakıyoruz, AKP’nin çok ciddi bir destek kaybı var. En son gelen araştırmada yüzde 35’in altına gerilediği gözüküyor. Hem demokrat bir tavır sergilemesinden, farklı bir profil sergilemesinden kaynaklanan bir istifa olarak okunabilir hem de genelde AKP’deki bu çözülmenin bir yansıması olarak görülebilir.

Yani istifaların devamı olabilir mi sizce?

Muhakkak devamı olacaktır. Çünkü eğer toplumda bu denli bir destek kaybı söz konusuysa bu parti içine de yansır. Bu denli tek seslilik hiçbir partinin uzun süre taşıyabileceği bir şey değildir. Siyasi yaşamın bir gerçekliği. AKP adeta kendisini tek kişiye, Cumhurbaşkanı’na ipoteklemiş durumda. Hiçbir farklı sesin çıkmadığı, eleştirinin olmadığı bir ortam. Dolayısıyla bu uzun süre devam edecek gibi gözükmüyor.

Siz bu süreçte hep ‘AKP gidici’ diyorsunuz. Elinizde bir done mi var, neye göre gidecek diyorsunuz?

Birçok açıdan baktığımızda bunu okumamız mümkün. AKP uzun zamandır çok ciddi bir başarısızlık öyküsüne sahip. Hem içeriyi yönetemiyor hem dışarıyı. Dış politikada, son Suriye vakası çok ciddi bir başarısızlık tablosu. İç siyasette ise giderek otoriterleşen, baskıyı artıran, OHAL düzenini olağanlaştıran bir iktidar anlayışı var. Bu sürdürülebilir bir şey değil, bunu herkes kabul ediyor. Toplumsal hayatta sürekli ayrışmayı dayatan, toplumu parçalayan, ötekileştiren bir iktidar var. Bu da sürdürülebilir bir şey değil. Ekonomiye bakıyorsunuz keza öyle. İktisadi kriz her geçen gün dip dalgalarda büyüyor. Yoksulluk yaygınlaşıyor, işsizlik artıyor, palyatif çözümlerle adeta gün kurtarılmaya çalışılıyor. Tüm bunları birleştirdiğinizde bu kadar çoklu kriz ortamında bir yönetememe hali zaten ortaya çıkıyor.

Bu yönetememe halini sürdürmenin yegâne aracı da içeride güvenlikçi politikalar, dışarıda savaş politikası. Bununla yol almak mümkün değil. Yol alamadıkları için zaten siyaseten de diplomaside de ekonomide de kabul edilemez tablolar karşınıza çıkıyor. İktidardan gittiklerinin kendileri de farkında, dillerine, üsluplarına yansıyor, saldırganlıkları ortada. Televizyonlarda AKP yandaşlarının tavırlarından bile bunu anlamak mümkün. Duygusal anlamda da bir çöküntünün yaşandığını söyleyebiliriz.

Tabi “direnen” bir iktidar anlayışı olduğu için yıkımı da büyük oluyor. İşte yargı boyutuyla, kayyımlar boyutuyla karşımıza çıkıyor. Tüm bunlar bir ‘gidiş’e direnen bir aklı, belki de akılsızlığı gösteriyor.

Kayyım atamaları da devam ediyor. Bu konuda nasıl bir politika izleyeceksiniz?

Kayyım rejimi aslında bir yönetememe halinin tezahürü. 13. kayyım Cizre’ye atandı ve 29 Ekim günü atanıyor. Cumhuriyet rejiminin otoriterleşmesinin sahnelenmesinden başka bir şey değil. 1920 anlayışına, o çoğulculuğa bakmak önemli. 1921 anayasası önemli bir anayasaydı. Aralık 1919 ile 1920-21-22 aralığı önemli bir başlangıçtı. Tam da 100. yılındayız. Bu referanslara dönüp bakmak Türkiye’de cumhuriyeti demokratikleştirmek için çok önemli. Cumhuriyeti demokratikleştirmek demek; Türkiye’nin en kronik sorununu çözmek demek, Kürt meselesini. Buna bağlı birçok meselenin çözümü demek. Fakat bugünkü iktidar o akla karşı cumhuriyeti daha otoriter bir rejime çekmek istiyor. Kayyımlar tam da bunun ifadesi. Kayyım vesayet rejiminin en doruk noktalarından biri. Faşizmin kurumsallaşmasının yereldeki görünümü. Halkın en doğrudan siyasi tercihini yansıttığı alanları ortadan kaldırıyor ve bunu özellikle Kürt illerinde yapıyor, Kürt halkına karşı yapıyor. Çünkü Kürt halkına karşı sürdürdüğü düşmanlıkla kendi meşruiyetini sağlama peşinde. Bu meselenin çözümsüzlüğünden beslenen bir iktidar, diğer alanlarda meşruiyet sağlayıp yoluna devam edeceğini sanıyor. Bu mümkün değil. Çünkü bu mesele artık küresel bir mesele haline de geldi.

13 belediyeye kayyım atandı ama daha önce de gasp edilmiş belediyelerimiz var, YSK marifetiyle. Bu daha da vahim bir durum. Mesela YSK Başkanı nerede? Öyle büyük bir vebalin altında ki, onu hiç göremiyoruz. O gün başlayan bu anlayış devam ediyor.

Siz ne yapacaksınız peki?

3 gün Meclis’i boykot ettik. Bu, önemliydi. Meclis’i bu konuda deyim yerindeyse, uyardık. Bu, Meclis hukukunun ne demek olduğuna dair önemli bir vurguydu. Kayyımlara karşı bu denli sessiz kalan bir Meclis kendini de inkâr etmeye başlar bir süre sonra. Kayyım atamaları seçme-seçilme hakkı, demokrasiyle ilgili bir meseledir. Demokratik siyasetin tasfiyesini amaçlayan bir iktidar anlayışı var, Meclis tam da burada iradesini ortaya koymalı, kayyım atamalara itiraz etmeli. Bir belediye başkanı görevden alındığı zaman prosedüre bağlı olarak belediye meclisinden birisinin seçilmesi lazım. Burada sadece kayyım atanmakla kalınmıyor, belediye meclislerinin iradesi de ortadan kaldırılıyor. Anayasa suçu işleniyor. Evet, biz de bu anayasadan memnun değiliz ama Meclis’in, mevcut anayasaya sahip çıkması, kayyım atanan, tutuklanan belediye başkanlarının ötesinde bu çerçeveden yaklaşması gerekirdi. Bizim boykotumuz bunu zorlamaya dairdi. 3 günlük eylem gerçekleştirdik, fakat meclis ısrarla bu mesajları almak istemiyor. O tezkereci, kayyımcı, tecrit aklını koruyor. Kendisini milliyetçi hamaset içinde tuttuğu sürece Türkiye’nin sorunlarına çözüm bulmak çok mümkün değil.

Yani boykot ile Meclis’ten beklediğiniz karşılığı bulamadınız mı?

Meclis çalışmalarında onu değerlendirmemiz gerekiyor ama Meclis tepki vermese bile toplum önemli bir tepki verdi. Sadece Kürt toplumu da değil, Türkiye’deki tüm insanlar buna tepki vermeye başladı. Bunu (Meclis’in tutumu) teşhir edeceğiz. Halkı savunmayan, onların haklarını korumayan bir meclis olamaz. Meclis mesela 24 Haziran genel seçimlerinden bugüne kadar halkın yararına hangi yasayı çıkarmış? Bunu göremiyoruz. Sürekli tezkere geçiyor. 4 parti bir araya geliyor, neredeyse her ülkeyi kınadılar. Sanki bütün dünya yanlış, bir tek bu Meclis’teki 4 parti doğru. Akıl tutulması yaşıyorlar. Dönüp bakmak lazım; neden eleştiriliyoruz, nerede yanlış yapıyoruz. Hem kayyım hem savaş politikalarında Türkiye yalnız. Yalnızlığı ile övünen bir diplomasi olabilir mi? Rasyonel diplomasiden tam anlamıyla bir kopuşu da yaşıyoruz. O yüzden Meclis’i sorumluluğa davet etmek önemliydi. Meclis’teki muhalefetimizle bunu teşhir edeceğiz.

AKP MKYK’da gündeme gelen bir araştırmaya göre, Kuzey Suriye harekâtına HDP seçmeninin yüzde 30’unun destek olduğu, Millet İttifakı’nda ayrışmaya yol açtığı, sizin tabanınızda kırgınlık olduğu değerlendirmeleri yapılıyor. Ne diyorsunuz?

Evet, bir araştırma yaptırmışlar. Bunun bir araştırma olmadığı zaten sonucundan belli. HDP’yi bir türlü anlamadılar, anlamak istemiyorlar. HDP seçmeni dediğimiz şey bizatihi HDP örgütüdür. Yapılan araştırmalar, AKP’ye çalışan firmalar bile şunu çok net söylüyor; HDP seçmeninin yüzde 99’u ortaklaşmış bir anlayışla siyaset yapıyor. Ciddiye alınacak bir araştırma değil.

Ama güvenilir araştırmalar şunu gösteriyor; Suriye operasyonuna destek yüzde 60’lara kadar gerilemiş durumda. Afrin operasyonunda bu oran çok daha yüksekti, yüzde 85’lerdeydi. Bizim dışımızda Afrin operasyonuna karşı çıkan neredeyse yokken, bugün sorgulanabiliyor. Kaldı ki ilk günkü destek eğrisi hızla aşağı doğru indi. Çünkü bunun bir meşruiyeti, haklılığı yok. Hele hele bir zaman ÖSO, şimdi Milli Ordu denen IŞİD artığı yapı ile böyle bir operasyonu Türkiye toplumu sorguluyor. Üstelik o bölgeden Türkiye’ye yönelik hiçbir tehdit yokken sadece iktidarın kurguladığı bir mesele üzerinden operasyon yapılmasına ciddi tepkiler var. İktidar bunu kamufle etmek için algı yönetimini sürdürüyor. Bir de iktidarın kontrol ettiği medyanın oranı çok yüksek. Fakat kurguları bu sefer tutmadı.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin tezkeredeki (sınır ötesi operasyon tezkeresi) tavrı hatalıydı. Eleştirdik, eleştirmeye devam ediyoruz. Fakat asla, 31 Mart’ta ve 23 Haziran’da size oy verdik, bunun bir diyeti var, karşılığını istiyoruz, gibi bir anlayışımız yok. Biz, 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerini kendi stratejimize uygun değerlendirdik. Türkiye’nin demokratikleşmesi için AKP-MHP ittifakının geriletilmesi gerekiyor, dedik ve ciddi anlamda gerilettik. Hatta hem muhalefet hem toplumsal muhalefet bu süreci sağlıklı bir şekilde sürdürebilseydi belki de bu yaşadıklarımızı yaşamazdık. Eleştirimiz bu yönde, ama CHP ısrarla belli alışkanlıklarını sürdürüyor. Hele ki tezkere gibi konularda ‘içimiz yana yana’ diyorlar. Siyasetin kabul etmeyeceği bir anlayışla hareket ediyorlar. Ama biz asla bir diyet peşinde değiliz.

Ama seçmeninizde bir kırılma yaşanmadı mı? Bir pişmanlık var mı?

Beklentiler üzerinden baktığımızda bir kırılma tabi ki yaşanıyor. Ama stratejimizin başarısı ortada. Bu çok önemli bir hamleydi ve toplumda karşılığını buldu. HDP dışındaki muhalefetin kendi tabanından aldığı tepkilere baktığımızda da bizim haklılığımız görülüyor. Pişman değiliz, ortaya koyduğumuz stratejinin bir amacı vardı ve amacına ulaştı.

 

'Barış Pınarı Harekâtı' ile AK Parti’ye desteğin arttığı, partinin toparlandığı yorumları yapılıyor. Bir erken seçim olasılığı görüyor musunuz?

Yalanların kötü bir tarafı var, bir süre sonra bunu üretenleri de etkisi altına alıyor. Böyle bir desteğin olmadığı, olamayacağı çok açık ortada. Bu savaş tüm dünyada tepki aldı. Ve Türkiye halkı şunu soruyor: Biz neden bunu yaptık? Bunun bize yararı ne? Hamaset, yoz milliyetçilik, ırkçı söylemlerin insanları bir süre konsolide ettiği bir dönem yaşandı. Ama bu tükendi artık. Türkiye geldiği noktaya bakıyor, bununla yol alamadığını, bu siyasetle gidilemeyeceğini görüyor. 17 yıldır tezkere geçiyor Meclis’ten ve her geçen tezkereden sonra Türkiye’nin sorunları daha da büyüyor. Bunu artık insanlar değerlendiriyor. İşsizler, yoksullar, asgari ücretle çalışanlar değerlendiriyor. AKP kendi krizini bununla aşmaya çalışıyor ama bu çok mümkün değil. O nedenle erken seçim düne göre çok daha fazla gündemdedir.

ABD Temsilciler Meclisi’nden çıkan Ermeni soykırımını tanıma ve ayrıca Kuzey Suriye harekâtıyla ilgili yaptırım kararları var. Nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu 4’lünün bir araya gelip ortak bir metin yazma meselesi aynı tezkere meselesine benziyor. Sabah akşam ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yok’ propagandası ile siyasete devam edelim anlayışı bu. Oysa yaptırımlar meselesinde mesela bir Halkbank olayı var. Halkbank olayını muhalefetin sorması lazım. O yaptırımların içinde çok önemli bir başlığı oluşturuyor. Cumhurbaşkanı ve ailesinin mal varlığı konuşuluyor. Bu ne devasa bir mal varlığıdır ki, uluslararası ilişkilerin ortasında duruyor. Ya da Ticaret Bakanının adı geçiyor yaptırımlarda. Türkiye nasıl ticari ilişkiler kuruyor? Bunlar hepimizin sorması gereken konular. Kaldı ki tüm dünyada Suriye konusunda önemli suçlamalar var. Muhalefet bunu sormalı. Bunu sormadan ‘dış güçlerin oyunu’ anlayışı ile bildiri hazırlamak olumlu sonuçlar doğurmuyor.

Suriye’deki gelişmeler üzerinden çözüm süreci olabileceğine dair değerlendirmeler yapılıyor? Beklentiniz var mı?

Suriye’de siyasi çözüme ihtiyaç var. Bunun olanağını sağlayacak bir mekanizma da var; Cenevre’deki Anayasa görüşmeleri. Bu görüşmeleri sahici bir hale kavuşturmak gerekir. Suriye Demokratik Güçlerinin de masada yer alması gerekir. Türkiye ise o masada SDG ve rejim yer almasın diye çabalıyor. Aslında çözümsüzlüğü dayatıyor. Suriye’de siyasi çözüme bağlı olarak Türkiye’de de demokratik çözümün önünün açılacağına inanıyoruz. Tersi de geçerlidir. Türkiye demokratik bir çözüm vaat edebilseydi, Suriye’de siyasi çözümün önü çoktan açılırdı. Her ikisi de birbiriyle ilişkilidir. Fakat Türkiye’de demokratik çözümü artık bu iktidardan beklemek mümkün değildir. O yüzden bizim demokrasi ittifakı ve demokratik anayasa olarak ortaya koyduğumuz politika aslında demokratik çözümü de barındırıyor. Bütün toplumu davet ediyoruz, bu iktidar dışındaki bütün partileri davet ediyoruz.

Peki neden bu iktidardan bunu beklemiyorsunuz?

Çünkü bu iktidar çözümsüzlük üzerinden kendisini üretiyor. Çözümsüzlüğü dayatarak yol almaya çalışıyor. Cumhurbaşkanının grup konuşmasına da baktığınızda, baştan sona hem Suriye’de siyasi çözüme karşı hem Türkiye’de demokratik çözüme karşı. Hatta Türkiye-Avrupa ilişkileri, Irak ilişkileri, Kürt Federe Bölgesine yaklaşım… Hepsinde çözümsüzlüğün ifadesini bulursunuz.

İktidarda çözülme olduğunu söylüyorsunuz. Yeni bir kuvvet olarak yeniden kapınızı çalarlar mı? Hatta İYİ Parti’den görüşüldüğüne dair iddialar geliyor.

Mümkün değil. Bu iktidar algoritması buna izin vermez artık. Daha fazla şiddet, daha fazla savaş politikaları ile ayakta durmaya çalışıyor. Oysa çözüm her şeyden önce savaş karşıtlığına, barış siyasetine, demokratik açılıma ihtiyaç duyuyor. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, bir kere başlı başına demokratik bir açılıma olanak vermiyor. Biz o nedenle Meclis’i göreve davet ediyoruz. Meclis inisiyatif almalı, belli yasaları değiştirmelidir. Orada atılacak adımlar Türkiye’de farklı tartışmaları gündeme getirebilir.

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.