VİDEO - 'Çirkin Kral', Yılmaz Güney 37 yıl öncesinden yol gösterdi

VİDEO - 'Çirkin Kral', Yılmaz Güney 37 yıl öncesinden yol gösterdi
Sinemanın 'Çirkin Kral'ı Yılmaz Güney, 37 yıl sonra gün yüzüne çıkan röportajı ile Türkiye'nin toplumsal sorunlarına ilişkin önemli değerlendirmelerde bulundu.

Türkiye Sinemasının "Çirkin Kral"ı Yılmaz Güney'in 1982 yılında, gazeteci Nazım Alfatlı’ya verdiği röportajın bugüne kadar yayımlanmamış 10 dakikalık bölümü yıllar sonra gün yüzüne çıktı.

Belgesel yapımcısı Süleyman Özdemir’in arşivinden çıkan kayıtta, Güney, "Yol" filmi, devrimci sinemanın karşılaştığı zorluklar, Kadın sorunu, Kürt sorunu ve toplumsal muhalefetin devrimci öznden yoksun olduğu koşullarda yaşayacağı yenilgi üzerine  günümüze ışık tutan önemli değerlendirmelerde bulunuyor.

Ölümünün 35’inci yılında anılan Türkiye sinemasının 'Çirkin Kral'ı, usta yönetmen, oyuncu ve senarist Yılmaz Güney'in  bugüne kadar yayımlanmamış görüntüsü, senaryosunu yazdığı “Yol” filmi üzerine Belçika devlet televizyonu için sinema, siyaset ve kadın üzerine röportaj yapan gazeteci Nazım Alfatlı’ya verdiği 30 dakikalık röportaja ait. Yapılan bu röportajın 20 dakikalık bölümü o dönem bir belgesele konu edilerek yayınlanmıştı. Röportajın bu güne kadar yayımlanmayan  10 dakikalık kısmı ise, Brüksel’de yaşayan belgesel yapımcısı Süleyman Özdemir’in kişisel arşivinden çıktı. Özdemir, arşivinde yer alan bu görüntüyü 37 yıl sonra sosyal medya hesabından paylaştı.

Bu film kimin için yapıldı, kime sesleniyor?

Bu filmin yapıldığı koşullarda biz Türkiye'deydik ve bu filme karar verildiği zaman da yine şartlar çok kötüydü. Daha önce yaptığımız Sürü İstanbul'da Ankara'da oynadı. Daha sonra sinemaların bombalanması, sinemaların tehdit edilmesinden sonra oynatılamadı. Düşman aynı hattı izledi. Yine, sinemaların bombalanması, sinemacıların tehdit edilmesi ve cunta geldikten sonra sefer onlar resmi yasak koydular. Ben bütün bunlara rağmen, bütün kötü şartlarda dahi film yapılabileceğini gösterdim. Ben yurtdışına çıkmasam da bu filmin Türkiye'de gösterilmeyeceğini biliyordum. Ancak benim için bir mücadele aracıydı film yapmak. Direnmenin, baş eğmemenin, bir çeşit başkaldırmanın ifadesiydi. Ben bu filmi yaptım. Şimdi, sordukları soru gerçekten enteresan; "Sen Türkiye halkı için bu filmi yaptığına göre, Türkiye halkı da bu filmi seyredemeyeceğine göre sorun nedir'. Bence burada açı dar bakılıyor. Birincisi Türkiye'nin sorunları bütün dünyada tartışılıyor. Yani, bugün bir Kürt sorunu Amerika'da tartışılıyor,Yol aracılığıyla. Fransa'da tartışılıyor, Belçika'da tartışılıyor, her yerde tartışılıyor. Yarın İtalya'da tartışılacak. Birincisi bu. İkincisi, bugün yurt dışında askeri faşist diktatörlüğe karşı verdiğimiz mücadelede bir hazırlayıcı rolünü oynuyor. Yani gerek sinema, genel olarak sanat özel olarak sinema, tek başına ne devrim yapar ne demokrasi mücadelesini zafere ulaştırır. Fakat onun çok önemli bir parçası olarak bugün tartışma ortamı yaratıyor. Onun ötesinde biz bu filmi Türkiye'de mutlaka göstereceğiz.

Yine Yol üzerine Batı kamuoyunda şöyle bir izlenim var; amaan orası ne kötü memleketmiş, işte burada olmaktan biz kendimizi mutlu hissetmeliyiz. Yani, bu kişilerin kendilerini rahat tutmaları için olanak sağladığı ileri sürülüyor.

Bu Yol olsa da olmasa da Avrupa'da belli insanlar şeye karşı duyarsız. Yol'un bunu göstermesi şart değil. Bugün Afrika'da, Kuzey Afrika'da, Hindistan2dabinlerce insan açlıktan ölüyor. Latin Amerika'nın birçok ülkesinde insanlar açlıktan ölüyor. Savaşlarda, Filistin davasında on binlerce insan öldürüldü. Çoluk çocuk kesildi. Ona da bak 'biz iyi ki Filistin'de değiliz' dediler.Yani burada sadece şey söz konusu değil,Yol'un böyle bir işlev yapması söz konusu değil. Bir takım insanlar, 'gerçekten biz çok iyi şartlarda yaşıyoruz, iyi ki orada değiliz' derken,bir yığın insan da bize soruyor; Türkiye'deki demokrasi mücadelesi için ne yapabiliriz?' Bizim için bu çok daha önemli. Biz iki baskıyı birden gösterdik.  Bir, feodal ahlakın ve değer yargılarının hala yaşadığı bir ülkede bizzat o anlayıştan gelen baskılar, ikincisi ise resmi devlet baskısı. Yani kapitalizme dayanan burjuva devletin baskısı ile hala halkın içinde bulunduğu ahlak anlayışının, değer yargılarının geleneklerin, göreneklerin getirdiği ikili baskı. Bunlar bir elmanın iki yarısı gibi birbirini tamamlıyor. Bu nedenle biz Türkiye’de demokrasiyi kurmaya çalışırken, bir yanıyla devlet temelindeki baskı güçlerine karşı savaşmalıyız, bir yanıyla da halkı eğitmeli, halka gerçek doğruların neler olduğunu götürmeliyiz.Bura anlatılmak istenen iki düşman, iki hedef bu.”

Türkiye'de kadın nasıl kurtulacak?

Türkiye’deki kadının kurtuluşu devrim sorunudur, benim için. Ben kendi karımı bile kurtaramıyorum. Şu anlamda söylüyorum, biz bu kadar devrimciyiz, ilericiyiz ama normal olarak bazen öyle tavırlarımız oluyor ki,teraziye koyduğunuz zaman gericiliğin ifadesi oluyor. Çünkü bu mesele kişisel bir mesele değil. Yani, ben şunu söyleyemem kendime; Türkiye'de bu adamlar böyle böyle ama ben ayrıyım, hayır. Bende de o toplumdan gelmiş olmaktan kaynaklı bir yığın aksaklık var. Şu var ki, ben bunun bilincindeyim ve bir yönüyle düzeltmeye çalışıyorum, adım adım değiştirmeye çalışıyorum. Karım da bana yardım ediyor bu konuda.

Kadınlar ne yapabilir bu konuda?

Meseleyi sadece kadın erkek eşitliği, eşitsizliği açısından ele almaları değil de meseleyi sınıfsal kurtuluş açısından ele almaları bence doğru. Öbür türlü Avrupa'daki hastalıklara düşülebilir. Avrupa'da mesela kadınlara özgürlük daha çok erkeklere özgürlük anlamına geliyor benim için. Daha çok üstünlük duygusu var erkeklerde hala o üstün cinsiyet. Üstün cinsiyet olmanın getirdiği bazı o Nalıncı keseri gibi hep kendine yontma davranışı var. Biz her ne kadar eleştiriye tahammüllü olduğumuzu desek de dışımızdan gelen bazı eleştiriler karşısında -doğru bile olsa çoğu zaman ki, düşündüğümüz zaman doğruluğunu daha iyi kavrayabiliyoruz- eski alışkanlıklardan kaynaklı belli bir tepkiyle bakıyoruz. Hani,bizde bir laf vardır ya, 'saçı uzun aklı kısa'. Tabii ki kadınların daha zeki olduğuna inanıyorum. Kadınların daha dayanıklı olduklarına inanıyorum. Kadınların daha fedakâr ve şefkatli olduklarına inanıyorum.

Türkiye'deki cezaevi şartlarını anlatıyorum. Fakat hiç bir zaman bir Midnight Express'e cevap, falan filan gibi bir şey  değil, çünkü bizim sorunumuz değil Midnight Express'e cevap vermek. Üstelik Alan Parker de milliyetçi açıdan baktığını, ırkçı açıdan baktığının özeleştirisini yaptı. O da bizim için sorun değil.

Irkçı tarafının olmasından dolayı kötü bir film olmayacak...

Irkçı yoksa anlattığı birçok şey de doğru.Özellikle işkence ve cezaevindeki hayat şartlarının kötülüğü falan doğru şeyler.

Kürt sorununun, Türkiye ve Ortadoğu’daki devrim sorununun bence kilit noktalarından biridir. Kürt sorunu bugüne kadar Türk solu açısından kuyruk bir sorun olarak göründü. Yani esas olarak olaya bakarken işte; ‘Biz Türkiye’de devrim yapacağız. Devrim yaptıktan sonra size bir siyasi hak bağışlayacağız’. Hâlbuki Marksist literatürde olsun, devrimci demokratik literatüründe olsun ‘bağışlama’ diye bir şey söz konusu değildir. Kürt halkı kendi kaderini kendisi tayin edecektir. Eğer Türk solu daha önceleri Kürt halkına ve Kürt devrimcilerine gerçekten bir güven vermiş olsaydı, bugün Türkiye Kürdistan’ın da ayrı örgütlenme gereği ortaya çıkmazdı. Çünkü yıllar yılı Kürt devrimcileri birlikte örgütlenmeden yana tavır takındılar. Fakat Türk solu bu meseleye hep pederşahi bir tarzda yani tepeden baktı. Ancak şunu belirtmek istiyorum, sorun sadece Kürt sorunu değil, sınıfsal bir sorun. Yani, Kürt sorununun esas çözümü sınıfsal açıdan bakıldığı zaman çözülebilir.Yine, 'Bütün ülkelerin Kürtleri birleşin' sloganı, milli kurtuluş açısından; özellikle Suriye, Türkiye, İran ve Irak'taki Kürtlerin ulusal kurtuluş mücadelesinde dayanışmaları gereklidir. Bu yapılmalıdır da. Ancak ben Kürt orijinli bir insan olarak, Kürt, Türk ve diğer halkların, özellikle Türkiye'de ilk başta önümüzdeki görev olarak ortak mücadelelerinden, ortak mücadele vermelerinden yanayım. Ancak bu ortak mücadelenin zaferi, izlenecek siyasetin doğruluğuna bağlı. Eğer yanlış bir siyaset izlendiği zaman hiç kimse seninle, gel birleşelim, birlikte örgütlenelim diye yola çıkmaz.

Bana göre yenilginin esas nedeni devrimi gerçekleştirecek siyasi, ideolojik ve örgütsel  olgunluğun hayata geçirilememiş olmasıdır. Esas şey bu. Bu yenilginin zafere dönüştürülmesinin temel koşulu da bence hatalarımıza cesaretle eğilebilmek. Benim inancım o ki, önümüzdeki yıllar halkın umduğunu bulamamasının getirdiği kendiliğinden bunalımlara, kendiliğinden patlamalara, kendiliğinden tepkilere yol açacaktır. Ancak bu kendiliğindenlik gerçekten devrimci bir tarzda örgütlenemezse yenilgi...

 

Yılmaz Güney kimdir?

1937 yılında dünyaya gelen ve sinema dünyasında “Çirkin Kral” adıyla tanınan Yılmaz Güney, Türkiye’de sinema tarihine damga vuran isimlerin başında geliyor. Yaşamının 12 yılını cezaevinde geçiren Güney, “At Avrat Silah”, “Seyyit Han”, “Pire Nuri”, “Bir Çirkin Adam”, “Umut”, “İbret”, “Ağıt”, “Arkadaş”, “Sürü” filmlerini yönetti, “Karacaoğlan'ın Kara Sevdası”, “Ala Geyik”, “Bu Vatanın Çocukları”, “Koçero”, “Kamalı Zeybek”, “Krallar Kralı”, “Aslanların Dönüşü”, “Hudutların Kanunu”, “Çirkin Kral Affetmez”, “Aç Kurtlar”, “Umutsuzlar”, “Baba”, “Çirkin ve Cesur”, “Düşman”, “Yol” ve “Duvar” filmlerinin senaryosuna imza attı. Eserleriyle yurt içinde ve yurt dışında çok sayıda ödülün sahibi olan Güney, 114 filmde oyuncu, 26 filmde yönetmen, 15 filmde yapımcı, 64 filmde ise senarist olarak yer aldı. Hayatının son yıllarını Türkiye’de gördüğü baskılar sonucu Fransa’da geçiren Güney, 9 Eylül 1984'te mide kanseri sebebiyle hayata veda edip, Paris’teki Pere Lachaise Mezarlığı'na defnedildi. (Haber Merkezi)

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.