Görünmeyen emek, ev kadınları

Görünmeyen emek,  ev kadınları
Mukaddes Erdoğdu Çelik ile yazarlığı, hayatı ve kadın sorunu üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Evde çalışan kadının da emeklilik hakkı olmalı

12 Eylül’ün ikinci günü, İstanbul Davutpaşa Kışlasında tutuklu olan eşi İrfan Çelik’i kaybeden Mukaddes Erdoğdu Çelik, “Yazarlık daha önce hiç düşünmediğim bir şeydi. Yazıyordum ama bir edebiyata ulaşacağını hiç düşünmemiştim.” dedi.

Görünmeyen emek, ev kadınlığı

Kadınların kendi kimliğiyle, kendisi için mücadele etmesi gerektiğini belirten Erdoğdu, “ Evdeki kadının kendi adına hiçbir mücadelesi yok. Kadın önce evde köleleştiriliyor. Kadın o gün bugündür ev kölesidir. O köleliğe karşı mücadelenin alanları çok zayıf. Analiz konusu yapılmamıştır. Bu angarya emeği; hem teorinin hem de politikanın konusu yapılması gerekiyor. Evde kadın emeği görülmeyen bir emek, değerlendirilmesi gerekiyor” diye konuştu.

mmmm-001.jpeg

Merhabalar, kendinizi kısaca okuyucularımıza tanıtmak isterseniz neler söylemek istersiniz?

Erzurum'da doğdum ama orada büyümedim.  Çünkü babam askerdi ve görevi gereği çok değişik kentlerde yaşadım. İlkokulu toplam dört kentte, bir köyde, üç ilçede okudum. O kadar çok yer gezdik. Bizimki adeta bir göçmenlik hayatı oldu. Çok çocuklu bir ailenin kızıydım. Daha sonra eğitimime İstanbul'da devam ettim.  Üniversite öğrencisiyken devrimci siyasetle tanıştım. Matematik okuyordum. Okumam engellenince üniversiteyi yarım bırakmak zorunda kaldım. 12 Mart dönemlerini yaşadım. 12 Eylül’ün  ikinci günü tutuklu olan eşim İrfan Çelik İstanbul Davutpaşa Kışlasında ölü bulundu. Bana bir not göndermişti;’Başıma her an her şey gelebilir, hazır ol.’ Diye.  Hazır oldun mu? Diye sorarsan, insan gençken kendini her şeye hazır hissediyor ama sonrasında… Çok zaman da geçmedi hazırlanmaya.  15 Eylül günün beni çağırdılar. Orada; ‘Eşin öldü.’ dediler.  12 Eylül'ü önce böyle yaşadım diyebilirim. Sonra tutuklandım yargılandım. Sonra basın dünyasına girdim, gazeteci oldum. İdareci oldum. Günlük hayatın içerisinden makaleler, yazılar yazdım. 28 Şubat post modern darbesinde de tutuklandım. Sonra Ceylan yayıncılıkta editörlük, yayın yönetmenliği yaptım. Kitap yazarlığına da orada başladım.

mk.jpeg

Yazdığınız kitaplar hakkında kısaca bilgi verebilir misiniz?

‘Çakır’ adlı kitap ilk kitabımı yazdım. 1968-71 süreçlerini ve o süreç içerisinde eşimi anlatır. Eşimin öldüğünü duyurdukları gün kitap biter.

‘Demir Parmaklıklar Ortak Düşler’ isimli kitabımda kadınlar üzerine yazdığım bir çalışma oldu. Bu çalışma benim için önemli çıkış oldu. Önce bir siyasal hayatım oldu ama bir Mukaddes olarak yer aldım. Sonra bir kadın olarak… Erkek egemenliğini, ailede olduğu gibi; toplumsal hayatta da, tarih yazımında da olmadığını,  dışlandığını ya da son derece ikincil bırakıldığını öğrendim.

Demir Parmaklıklar Ortak Düşler kitabı; 3 darbe döneminde, siyasetle tanışmış, cezaevine girmiş, işkence görmüş, ceza almış kadınları, o kadınların yaşadığı olayları anlatır. Yani tarihe kadının kaydını düşen bir kitap oldu. Bu kitaptan ‘Eylül'ün Kadın Yüzleri’ adlı bir sinema filmi yapıldı.

Diyarbakır’da bulunmamın nedeni de daha önce yayıncı yazar olarak geldim ama bir kitabım, kaynağını Diyarbakır’dan ya da Kürt halkının hayatından alan bir gencin annesiyle birlikte öyküsünü anlatan. ‘Alime Yazıldı’ kitabıdır. Çocuğun adı Ali annesi ona Alim dedi. Kürtçesi basıldı. O nedenle Diyarbakır’da bulunuyorum.

Daha önce yazar olmayı düşünüyor muydunuz?

Yazarlık daha önce hiç düşünmediğim bir şeydi. Yazıyordum ama bir edebiyata ulaşacağını hiç düşünmemiştim. Kitap yazacağımı aklıma bile getirmemiştim. Gazetecilikte önemli bir birikim yaratmıştım. Bir gün dosya inceliyordum. Birkaç genç ellerinde kocaman bir gül ve karanfil demeti ile eşimin ölüm yıldönümü için ziyarete gelmişlerdi. Bana; ‘Sizden İrfan Çeliğin hayat hikâyesini yazmanızı istiyoruz.’ Dediler. Aramızda yirmi yaş kadar fark vardı. Onlar da, o fikir nasıl oluşmuş diye şaşırdım. Daha önce ölümüyle ilgili yapılan röportajlarda yanıtlar vermiştim. O ara elime iki dosya gelmişti. Birisi Sverdlov’un hayat hikâyesi üzerineydi. Eşi yıllar sonra yazmıştı, okuyunca etkilendim. Diğeri de 96 ölüm orucundan sonra, 25 yaşında kanser olan Erkut Dilekçi’nin ölümünden sonra annesi, oğlunu yazmıştı. Yazının başlığı da, ‘Oğluma Terörist Dediler’. O güne kadar oğlunu başarılı bir Hukuk Fakültesi öğrencisi biliyor. Polis evi basıyor. Diyor ki; ‘Senin oğlun terörist, yakaladık şimdi ev araması var.’ diyorlar.  Ve oğlu tutuklanıyor. Bir yıl cezaevinde kaldı. Toplam iki buçuk yıl. O travma ona oğlunu yazdırıyor. Çok güzel bir dosyaydı.  O kadar içtendi ki; anaya kitabın adını ‘Yüreğim Yangın Yeri’ olarak koyalım dedim. İki üç kişi birlikte okuyoruz. Ergün yazıyor, biz tahsis ediyoruz. Üçümüzde ağlıyoruz. Sonra gençlerin çağrısı beni harekete geçirdi. Öyle yazmaya başladım. Belki elli kişiyle görüştüm. Yazarlık alanına böyle girdim.  Şimdi öykü ve daha edebi çalışmalar yapıyorum. Yazarlık yoluna girmiş bulunuyorum.

m-003.jpeg

Önümüzdeki süreçte nasıl bir konuda yazmak istiyorsunuz, yazmayı istediğiniz bir konu var mı?

Bir yandan internet sitesinde köşe yazarlığına devam ediyorum. Daha çok deneme öykü arası yazıyorum. Kadınlara dair inceleme yazılarım var. Onları derleyeceğim. Şu anda kadınlarla seri söyleşiler yapıyorum. Üç dosya halinde hazırlıyorum. Bir öykü dosyamı hazırlıyorum. Benden en çok istenen kendi hayat hikâyemi yazmam. Ama bunu nasıl yazacağım konusunda karar vermedim. Öykü tarzında mı olur? Roman mı olur? Hatırat türü bir kitap mı olur?

Bir yandan da araştırmacı yazar olarak çalışıyorum. Bir yaratıcı yazarlık atölyesi var. Oraya katılıyorum. Orada yazarların kitaplarını inceliyoruz. Öykülerimizi yazıyoruz. Böyle bayağı birikmiş yazılar var. Siyasi tarih için yazdıklarım var. Ortadoğu üzerine, en çok da kadınlar üzerine yazacağım konular var.

Kadın önce evde köleleştiriliyor. Kadın o gün bugündür ev kölesidir. O köleliğe karşı mücadelenin alanları çok zayıf. Analiz konusu yapılmamıştır. Bu angarya emeği; hem teorinin hem de politikanın konusu yapılması gerekiyor.

Ayrıca kadın kendi kimliğiyle, kendisi için mücadele etmesi gerekiyor. Evdeki kadının kendi adına hiçbir mücadelesi yok. Oğlu için, kocası için mücadele etti ama evdeki emeği hala köle emeği angarya emek. Bu emeğe karşı kadının özne olmasının koşullarını oluşturmak gerekiyor. Daha özel çalışma alanım bu konu.  Yazdıklarımı daha derleyip derinleştirmek istiyorum.

mmm-002.jpeg

Kadınlar bu küçük hapishanelerinden nasıl kurtulacak?

Bunu sadece evlerde değil; siyasi mücadelenin içinde, partilerde, derneklerde, sendikalarda da görürsün. Kadın dışarıda işgücündeyken de ikincil olarak görülüyor. O sömürü düzeni içinde her şey ücretli ama bir tek kadının emeği ücretli değil. Sermaye için gizli birikim kaynağı. Her şey bedava yapılıyor. Ve aile dediği kurumu da evsel köleliği üzerinden sürdürüyor. Onun için buranın politikanın konusu olması gerekiyor. Kadınların bunun mücadelesini vermesi gerekiyor.

Sınıf çelişkisiyle cins çelişkisi ortak zeminde doğdu. Aynı zaman diliminde doğdu. Evde kadın emeği görülmeyen bir emek, değerlendirilmesi gerekiyor. Devletin örgütlenmesi de bunların üzerinden oldu. Kadınlar emeğine sahip çıkması gerekiyor. Bu emeğin hakkı için mücadele etmesi gerekiyor.

Çağrınız daha geniş kesime oluyor. Kadın hareketi daha genel?

Kadın emeğiyle değer yaratıyor. Emeği; değeri biçilen emek haline getirilmesi gerekiyor. Bu emek ücretlendirilmelidir. Aslında dünyanın en ağır işçiliğinin ev işçiliği olduğu kanıtlanmıştır. Kaleme vurduğumuz zaman ortalama bir ağır işçi bandında, sosyal güvenlik hakkı, sigorta hakkı. Kadının da bir vatandaş olarak sosyal güvencesi olmalıdır. Çünkü zaten emekçi. Emeklilik hakkı olmalıdır. Kadın ölene kadar hizmet ediyor. Doğal alışılmış bir şey. Toplumsal cinsiyet mücadelesi o zaman başlayacak. Yoksa bu nasıl çözülecek. Partiler, sendikalar ve devlet bunun taraftarı olacak. Kadınların da grev hakkı olacak. Kadın 18 saat çalışıyor hiç emeklilik hakkı doğmuyor. Sorun; cinsiyet eşitsizliğinin, erkek egemenliğinin sona ermesidir.

Burada sosyal devlet tanımını yeniden gözden geçirerek, evdeki kadınların, iş hayatına, sosyal hayata atılması temel kıstas olması gerekmiyor mu?

Biliyorsunuz sosyal devlet ikinci dünya savaşı sonrasında insanlık faşizmi yendi. Elde ettiği hakların bir kısmını yasalara da geçirdi. Sosyal haklar biraz daha genişledi. Ama günümüzde öyle bir devlet örgütlenmesi yok.

Kadınların durumundaki değişiklik başlı başına sosyal devlet projesidir diye eşleyemeyiz. Ama kadınlar toplumun eşit bireyleri, üretici güç olarak sayıldıkları zaman başka bir modele geçecektir. Toplumsal gelişme bununla nereye evrilirse o zaman kendi kavramlarını alacaktır.

Çocukken ne tür hayaller kuruyordunuz? Ne olmak istiyordunuz?

Çocukken hayal kurmak ilk önce önüme okuyup okumamayla çıktı. Okumak en büyük hayalimdi. O zaman kız çocuğuyum ama kadın bilincimiz yok. Okuyup büyük adam olacağım diyordum. Kars’ın Sarıkamış ilçesinde ilkokul beşinci sınıfı bitirirken, çok hastaydım, hastaneye kaldırılmıştım. Okul müdürü ve amcam karnemi getirmişti. Okul müdürü; ‘Kızım seni Kars Cilavuz İlköğretmen okuluna kaydedeceğiz.’ Dedi. Ben o hasta halimle; ‘Yok ben istemiyorum, ben üniversite, fakülte okuyacağım.’ Dedim. ‘Ne olmak istiyorsun.’ dediğinde ben; ‘Doktor ya da avukat olmak istiyorum.’ Dedim. Hayalim böyleydi. Meslek olarak doktorluk ya da avukatlıktı. Onun ötesinde kız çocuğu bilincine erdikten sonra hangi hayalleri kurdun dersen çok belirgin şeyler yok. Hani bir dar gelirli bir memur ailesinin küçük yerlerde, yaz tatillerinde oradaki arkadaşlara göre hayallerim olurdu. Sonra okula gelirdim hayallerim büyürdü.

Gerçekleştirmek istediğiniz bir hayaliniz var mı?

Bir kadın akademisi, hatta tarih ve kadın akademisi.2008’le 2011 yılları arasında bir çalışmamız oldu. Orada kadın kürsüsü ve tarih kürsümüz vardı. Bende koordinatörlerinden biriydim. Aynı zamanda kadın ve tarih üzerine dersler veriyordum. Şimdi onları bir akademi halinde geliştirmek istiyorum.

Yazdıklarınız daha çok yaşamın içinden kesitlerden oluşuyor. Şahit olduklarınız ya da duyduklarınız, dinledikleriniz üzerinden mi yazıyorsunuz?

Yazıma konu olan şeylerin hiçbirini kitaptan okuyarak oluşturmadım. Hepsi hayatın içinden çıktı. Hayatı yazıyla ve edebiyatla buluşturmaya çalıştım. Toplumsal hayat, siyasal hayat, yazın hayatı hiçbir şey birbirinden bağımsız değil. Kaynağını hayattan alır. İnsanlar nasıl yaşarlarsa öyle düşünürler. Sonuçta o düşünceye ulaşırsan o hayata müdahale edersin. Edebiyat kaynağını oradan alır ama edebiyat haline geldiği zaman, estetize ettiğin zaman yeniden hayatı etkiler. Bu diyalektik bir ilişkidir.

Yaşanan olaylardan etkilenerek kaleme alıyorsunuz, yazıya döktüğünüz zaman duygusal durumunuz nasıl oluyor?

Dün Dicle’de bir köye gittik. Bağ bozumu yapıyorlardı. Orada biri kız diğeri erkek iki küçük çocuk vardı. Yırtık pırtık elbiseleri vardı. İçimde oluşan bunları yazma duygusu oldu. Yazdığım zaman onu o kurgu içerisinde nereye oturtacağım. Şimdi bir fikrim yok ama o hayatın içinde çocuk olmayla ilgili bir şey yazmak istiyorum. Benim için böyle oluyor. 

Yayın yönetmeniyken habere giderdim, haber sadece okunan düz bir yazı olmazdı. Oradaki insanların duyguları, çevre betimlemesi,  şimdi edebiyatla daha fazla ilgilendiğim için duygular daha fazla yazdığım alana giriyor.

mm-002.jpeg

Yazarken o anları bir daha yaşıyor musunuz?

Tabii ki yaşıyorum. Yazarken daha da zenginleşiyor. O an anlamadığım, aklıma gelmeyen bir şey, yazarken geliyor.

Eşimi kaybettikten sonra 19 yıl sonra yazmaya başladım. Yazıp herkesle de görüştüm ya şu sonuca vardım. Bu hayatı o yaşamı o insanlarla konuşmasam dahi böyle yazarmışım. Nasıl hatırlıyorsun bu kadar detayları? Dediler. 19 yıldır onu ben hep yaşadım. Hep aklımdaydı. Hep benimleydi. Şimdi 39 yılında önümüzdeki sene 40. Yıl olacak. Şimdi yeni tanıştığım bir insan aklımda çok kalmıyor. Ama bir olay geçtiyse dün Dicle gezisindeki gibi bir şeyse daha kalıcı oluyor. Yazı da böyle bir şeydir.

Yeteneği olanlar çok büyük kurgularla yazıyorlar, ama ben kurguyu okuduğum zaman gerçeklik duygusu yaratmayan bir romandan hiç hoşlanmıyorum.

Yaşadığımız coğrafyada o kadar çok olaylar zinciri var ki; kurgu yapmadan da yaşanları doğru yansıtması bile değme kurgulara taş çıkartmaz mı?

Aynen ben de böyle düşünüyorum. Arkadaşlarımla atölyede tartışıyorum. Tanımadığınız o kadar çok hayat varki, okumadığınız o kadar çok edebiyat ürünü var ki, bazı günlükleri okumuştum. O kadar mı hayat yüklü olur, coşkusu neşesi, esprisi, acısı yaşanmış hayatlar. Bunlardan bağımsız bir kurgu da olmalı çünkü insanlığın hayal gücü ne kadar yüksek olursa o kadar zenginleştirici olur. Bu hayatın kendisi çok zengindir. Çok olay var. Buradan bir teori çıkarmak istemiyorum. Ama beni yazmaya yönlendiren bu hayat. Yazar olmak da en son yapmak istediğim bir şeydi. Haber yazarken eşim kalemimi beğenirdi. Yazar olmamı çok isterdi. 19 yıl sonra ben ilk onu yazarak başladım.

Duygusal biri misiniz?

Herkes beni çok katı bilir. Çok katı, sert, sekter denilen biriyim. Öyle hallerimde az değil. Şimdi biraz daha kemale erdi denilir ya öyle bir yumuşamışlığım, hoşgörülü halim var.  Sertliklerimde çoktur ama Kutsiye Bozoklar’ın tanımı belki çok yerindeydi. Kızım, Kutsiye’ye ‘Annem bana çok sert davranıyor.’ diyor.  Kutsiye Bozoklar da; ‘Canım senin annen sert görünür ama yüreği müthiş ince duygu doludur. Onu hissedebilmek için biraz büyümen lazım.’ Demişti. Kızım hala; ‘Senin yürekte sevgi nasıl oluşuyor, ben hala anlamış değilim.’ Der, dalga geçer benimle. Kendisine annelik yapmadığımı düşündüğü için. Biraz ortama göre değişir. İnsana göre değişir.

Diyarbakır size ne çağrıştırıyor?

Benim hayatımda çok kesişen yerleri var. Diyarbakır’a ilk önce babam asker olduğu için geldim. Beş yıl babam burada görev yaptı. Üç yıl Ergani’de iki yıl da Diyarbakır’da. Ben lise öğrencisiydim. Kız kardeşimde lise öğrencisiydi. Diyarbakır’la öyle tanıştık. Ben Erzurum’u tanımıyorum. Buradan bağlarımız hemen hemen hiç kopmadı. Önceki gün Ergani’yi gezdim. Oturduğumuz eve gittik. Orada sokaktaki kadınlar sordular kimdir? Diye. Onlarda anlattılar. Kadınlardan ikisi annemi tanıdı. Babamı zaten çıkardılar. Biri gelip sarılıp ağladı. Annemle ortak anılarını anlattı. 2004’den beri de sürekli geliyorum. Nisan ayında 50 kişiyle geldik. Onlara Diyarbakır’ı ve Mardin’i gezdirdim.

Buradaki insanların ilişki tarzıyla Batıda çok farklıdır. Diyarbakır bir laboratuardır. Biraz da borçlu hissediyorum kendimi.

Nasıl bir laboratuar?

12 bin yıllık medeniyetin, erkek egemenliğinin, devlet kuruluşunun, tarihin defalarca alt üst oluşuna tanıklık eden bir yer. Bir hazine. Burada yaşanan her şey yarın içinde model oluşturacaktır. Bunu Türkiye genelinde bir İstanbul’da bulursunuz bir de Diyarbakır’da bulursunuz.

Birçok şehri gezdim. Diyarbakır’a geldiğimde insanı daha farklı sarıp sarmalayan, etkileyen bir kenttir.

Bize zaman ayırdığınız için teşekkür eder, yazın hayatınızda başarılar dileriz.

Bende size teşekkür ediyor, gazetenize başarılar dilerim.

Özel Röportaj/ Mümin Ağcakaya

 

Etiketler :
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.