SUYUN ÖTE YANI, DAĞIN YAMACI

SUYUN ÖTE YANI, DAĞIN YAMACI
Diyarbakır'da sevenleri ile buluşan yazar İrem Uzunhasanoğlu ile bir söyleyişi gerçekleştirdik.

SUYUN ÖTE YANI, DAĞIN YAMACI

MÜMİN AĞCAKAYA

Anneannesinin geçmişe dönük anlatımlarından yola çıkarak savaş sonrası yapılan mübadele dönemlerinde yaşanan insan öykülerine dikkat çeken yazar İrem Küçükhasanoğlu’nun okurlarıyla buluştuğu imza gününde ilginizi çekeceğine inandığımız, keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Yazdığınız romanda değinilmeyen bir konuyu ele alıyorsunuz. Mübadele döneminde ailenizin yaşamış olduğu trajediyi, dramı anlatıyorsunuz. Savaşlar ve ardından gelen mübadele; hem savaş içinde hem de savaş bittikten sonra, yaşanan bu insan öykülerini dinlediğinizde sizde nasıl bir duygu atmosferi yarattı?

roportaj-mumin-(3).jpg

Teşekkür ederim çok güzel bir soru. Gitme Gül Yanakların Solar benim ilk romanım ve bir aile romanı. Benim anneannemin yaşadığı gerçek hikâyeler var içinde. Bunu yazmaya tetikleyen Yaşar Kemal’in ada dörtlemesi oldu. Bunu okurken anneannemle paylaşıyordum ve ona böyle bir kitap okuyorum dedim. Kendisi de edebiyat mezunudur. O da dedi ki bizimde hikâyemiz bu, biz de mübadele sonucu Midilliden, Selanik’ten geldik. Bizim de hikâyemizi anlatsana dedi. Neden olmasın diye söyledim ve anlattıklarından çok etkilendim. Hikâyeyi araştırmaya başladım. Hikâye araştırmam iki aşamalı oldu. Birincisine anneannemle birebir yaptığım sohbetleri ses kaydına alarak başladı. Anneannemle uzun uzun sohbetlerimiz oldu. Fakat anneannemin bilgileri kısıtlı olduğu için bir yere kadar ilerleyebildim. Mesala diyor ki göç etmişler, nasıl etmişler sonrasını bilmiyor. Bende ne yapabilirim diye düşündüm ve bu konuyu araştırmaya başladım. Araştırmam da ikinci aşama oldu. Sahaflardan, eski mübadele üzerine yazılmış olan bir kaynak yok. 1910’larda bu insanlar o topraklardan kaçmaya başlıyorlar. 1923’lere geliniyor ve Lozan Antlaşması oluyor. Fakat 90’lı yıllarda Yaşar Kemal yazana kadar; mübadele ve göç üzerine yazılmış bir roman yok. Koskocaman bir suskunluk çukuru.  Peki neden? Karşıyakanın öykülerini bu arada araştırmaya başladım. Orada neler yazılmış. Bu topraklardan oraya göç edenler kendilerine 1930 kuşağı demişler. Ve yazmaya başlamışlar. Dido Sotiriyu’nun, Benden Selam Söyle Anadolu’ya,  onların romanlarını okumaya başladım. Çok faydalandım. Faydalandıkça zorunlu göçün, yerinden, toprağından ettirilmenin ne kadar acı bir şey olduğunu yazarken ne kadar üzüle üzüle, canım yana yana, işte o zaman kendime dedim ki; işte bu insanlar, işte bu yüzden susmuş. O kadar büyük bir acı ki, belki acıyı susarak sağaltmaya çalışmışlar. Ama sağaltamamışlar, hep içlerine atmışlar. İçlerinde birikmiş ama bir öfke birikmemiş. Halklar birbirini seviyor. Halklar birbirlerine dost, aralarında hiçbir sorun yok. Ama hükümetlerin politikaları sorunlu ve sıkıntılı. Orada korkunç kimlik kargaşalıkları olmuş. Mesala gitmek istemeyenler, burada Rum vatandaşı, Ortodoks diyorlar ki sen oraya gideceksin. Gitmiyor. Gitmek istemiyor, Çünkü burada sevgilisi yavuklusu var. Onları ardında bırakmak istemiyor. Biliyor ki bir daha onları göremeyecek. Bu dünyadaki yaşam ona azap gelecek. Derin bir acı. Ya da burada kalıp kendi kimliklerinden ödün vermek zorunda kalacak. Gelecek meçhul. Kimliklerinden vazgeçmişler, topraklarından edinmemek için, toprak burada çok önemli bir mesele çünkü insanlar toprakla bağ kuruyor. Mezarlarını geride bırakmaları insanların canlarını çok acıtmış. Yani toprağın altına gömdüğü atasını geride bırakıyor. Bir daha mezarlıkları bile ziyaret edemeyecek. Toprağına el süremeyecek. Toprağını terk etmek zorunda kalıyor. Giderken ve bunu zorunlu olarak yapıyor. Çok büyük bir acı bu beni çok derinden etkilediği için ilk yola böyle çıkmak istedim. Bir aile hikâyesi yazmak istedim. Böyle de başladım.

roportaj-mumin-(1)-k.jpg

Kendinizi birden bire trajedinin içinde buldunuz?

Aynen öyle araştırdıkça. Ben yazları anneannemin evine giderdim. Hep orada terasta otururdum. Karşımızda Midilli adası. Anneannem “bizde oradan geldik”derdi. Normal yumuşak bir cümle, herkes her yerden gelebilir. Ama toprağından zorunlu koparılarak, evini bir gecede terk etmek zorunda bırakılarak gelmek insanı derinden yaralıyor ve unutulmaz izler bırakıyor. İlk romanımda ele aldığım Nafiye Hanım mesala karpuz lambalarını özlüyor. O nesneyle bağ kurmuş. Karpuz lambalarını bir daha ömrünün sonuna kadar sarıp alamamış. Çünkü bir gecede kaçmak zorunda kalmış. Hayatının sonuna kadar o karpuz lambasını özlüyor, arıyor. Zeytin ağacı o yakada da var bu yakada da var. Ama o kendi zeytin ağacını arıyor. O yüzden de bu işin daha acı boyutu.

Savaşların sürdüğü her yerde halkın başına gelen ve yaşanan trajediler neredeyse birbirine çok benziyor. Savaşlar ve yarattığı sorunlar güncelliğinden bir şey kaybetmiyor. Sadece coğrafyalar değişiyor. Daha güncele geldiğimizde de benzer durumlar Irakta, Suriye’de ve birçok yerde devam ediyor.

Suriye’de olanlar benim çok ilgimi çekiyor. Suriyeliler ne zaman yazmaya başlayacak. Kendini ne zaman hazır hissedecek bu insanlar ve. Yazmaya başladıklarında korkunç dramlarla karşılaşacağız. Tam da edebiyatın çıktığı yer acı.

O zaman kendinizi göç yollarına düşen bu insanlara daha yakın hissediyorsunuz. 

Tabi ki orda bir insanlık dramı yaşanıyor. Birçok insan buna karşı kör ve dilsiz. İşte işin bir acı kısmı da burada Bir bebek cesedi kıyıya vuruyor. Biz bunu için hiçbir şey yapamıyoruz. Elimiz kolumuz bağlı.

Bu olayları güncel olarak yaşıyoruz. Siz geçmişe dönük olarak ailenizin yaşamış olduklarını kaleme döktünüz. Gemiler dolusu insanlar sulara gömülüyor. Birçoğunun cesedi bile bulunamıyor. Balıklara yem oluyor. Bu dünyada bir karış toprağı bile olamadan, kayboluyor. Bu konuda nasıl bir tutum almak gerekiyor?

Yok, olup gidiyor. Tarih tekerrür etmeye devam ediyor. Biz buna dur diyemiyoruz. Bir okur olarak değil de bir yazar olarak yanıtlamak isterim. Yazarların biraz duyarlı olup, bu meseleyi daha çok yazıp gün yüzüne çıkarmaları gerekiyor. Meselenin üzerinin örtülmemesi gerekir diye düşünüyorum. Yazarın da misyonu bu. Yazarlık oturup sadece aşk hikâyesi yazmak değildir. Meseleyi yakalayıp burada bir acı, bir travma var deyip bunu;’ hey uyanın’ diyebilmeli insanlara ve bunu yazabilmeli. En son Ufkun Öte Yanında bir yerde suya yazılı kalmamalı diye geçiyor.

Son yaşanan olaylarda botlarla, teknelerle ve gemilerle göç etmeye çalışan insanlar denizde kaybolup gidiyor. Bunları duyduğunuzda size geçmişi hatırlatıyor mu?

Duygusal olarak tabiki hissettiğimiz şey travma ve acı. Toplumsal benliğimizi de göz önüne bulundurunca bize bunun yaşattığı travmalar hala devam ediyor. Tabiki geçmişi hatırlatıyor.                                                                                                            Önemli olan bunun karşısındaki acizliğimiz. Çünkü bu durumlar hala devam ediyor ve hiçbir şey de yapamıyoruz. Acizliğimiz karşısında kendimi kapana kısılmış, daha yalnız, daha çaresiz hissettiğimiz zamanlar oluyor. Yazarın bu hikâyelerin böyle suya yazılmasını engellemek, bunları bulup çıkarmak bizim misyonumuz olmalıdır. Bunu yapınca da sanki bir borcu ödemiş gibi, tarihe, işte anneannemin yaşadığı zorunlu göçe, ondan önce yaşanmış olan o acı dolu göçlere karşı; bir boyun borcu gibi hissediyor ve çok da önemsiyorum.

Burada bir savaş olduğunda cephede insanlar ölüyor. Bunun geri cephesi de büyük göçler, açlık yokluk, susuzluk böyle insanların yerinden yurdundan yüzlerce yıl yaşadıkları, babasının dedesinin mezarlarının olduğu toprakları terk ederek göçüyor.

 Bunu ortaya çıkarıp savaşın ne kadar kötü bir şey olduğunu, ne kadar faşizan bir şey olduğunu ortaya koymak ve bunu eleştirmek. En önemlisi de insanlarda farkındalık yaratmak.

Farkındalık yaratmak doğru. Ama paylaşım ve çıkar savaşlarının haklılık gerekçesi olabilir mi?

Hükümetlere göre var. Halklara göre yok.

Çünkü en büyük acıyı ve travmayı halkın kendisi yaşıyor.        

Ama olan yine halka oluyor. Ve o travma yüzyıllarca devam ediyor. İnsanlar bu kez aile hikâyelerinin peşine düşüyor. Çünkü acı elden ele gidiyor. Neticede o sizin aile mirasınız oluyor. Yani yüz yıl önce dedenizin başına gelen her şey sizin omuzlarınıza bir yük olarak aile tarafından bindiriliyor. Siz bunun acısıyla devam ediyorsunuz yolunuza.

Silahların susması o dönemin defterinin kapandığı anlamına gelmiyor. Bu sefer başka dramlar başlıyor.

Gelmiyor. Başka dramlar ortaya çıkıyor. Tabi hepimizin, her coğrafyanın acısı çok farklı, ama mevzubahis insan olduğunda ne yazık ki duygularımız olduğu için bunları hepimiz yaşıyoruz. Konu insan olunca; Girit, Kırım, Doğu fark etmiyor. Farklı coğrafyalar ama acı hikâyeleri aynı.

 1500’lerin sonunda Şekspirde bu acıyı dile getiriyor. Bir başka yönünden tutuyor. Bakıyorsun yalnız değilim diyorsun. 500 sene önce bu adam bunu yazmış diyorsun. Bu yüzden edebiyatın sağaltıcı bir gücü var. Evet, insan kendini yalnız hissetmiyor. Farkındalık yaratmak için de yazmaya devam etmemiz gerekiyor. Çünkü hikâyemiz ve anlatacaklarımız daha bitmedi.

Geçmişte teknoloji bu kadar gelişmiş değildi. Globalleşmenin diğer bir boyutu da iletişimin, basının her eve girmiş olması her insanın rahat ulaşabilir olması bunu da global hale getiriyor.

Şimdi biz artık dijital bir çağda yaşıyoruz. Bir deprem olduğunda, göçük altında insanlar kurtarıldı. Çünkü twet attılar. Destek istediler. Twetler hayat kurtardı. O konuda sosyal medyanın çağında olmanın meyvelerini görüyoruz. Bir de sesimizi duyurmaya daha meyilliyiz. Kenarda köşede ücra bir köşede olan bir olay artık üstü örtülemiyor. İnsanlar ellerinde kameralar, fotoğraf makineleri bunu belgeliyorlar. Biz bunları insanların gözüne sokup böyle bir şey vardır diyebiliyoruz. Şimdi elimizdeki dijital araçlar sayesinde üstü örtülmek istenen birçok olayı bir twetırla sesinizi duyurabiliyorsunuz. O yüzdende bunun faydalı olduğunu düşünüyorum.

Görüyoruz, yaşanıyor ama aciz kalıyoruz. Globalleşme bir haberi anında dünyaya duyuruyor ama buna rağmen tepkiler yetersiz değil mi?

Çünkü insanlar korkuyor. Baskıcı hükümetlerin yönetimi altında yaşayan toplumlar sesini çıkarmaya korkuyor. Sesini çıkardığında biliyor ki başına bir şey gelecek.

Ama baskının olmadığı toplumlarda da bir ses çıkmıyor.

Trump’a karşı o kadar protestolar gelişiyor ki.

Ama Irak’da bir milyon insan ölüyor, Suriye’de ise durum ortada. Bomba düşmeyen bir karış toprak kalmadı. Ama o ülkelerde devletlerinin çıkarları söz konusu diye; aydınlardan yeterli bir ses çıkmıyor.

Devlet çıkarlarını gözeten aydınlar da var. Bu da onların bir ayıbı oluyor. 

Bu da global anlamda bir ayıp oluyor.

Onu da demokratik buluyorum. Bu da onun tercihi.    

Bu konuda herkes tercihini yapıyor ama ortada insanlar ölüyor. İnsani boyutu da var.

Tabiki insani ve ahlaki boyutu onları ilgilendiriyor. Bu da onların ayıbı olarak sonsuza kadar onlarla birlikte yaşayacak. Tarih kimleri yazıyor. Bir düşünüp bakalım.

Mazlumları, sesini çıkaramayanları yazmıyor. Bunlar arada kaybolup gidiyor.

Gitmemesi için de yazarlara büyük görevler düşüyor. Sanatla uğraşanlara, ressamlara, heykeltıraşlara, yönetmenlere, film yapımcılarına da…

Aydınlar ve yazarlar biraz daha cesur olmalı

Olmalı ve biraz öncü olmalı. Biraz ipi göğüslemeli.

Son kitabınızda bir keşişle bir genç yazarın ilişkilerini anlatıyorsunuz. Onlar izdivaya çekiliyorlar. Ufkun Öte Yanı kitabınızda nasıl bir mesaj vermek istediniz?                  

Burada birkaç mesaj var. Birincisi burada genç bir delikanlı var. Kendi hikâyesi var ve bir türlü kendisini var edememiş. Sesini duyuramamış, kendini var etmek için başkalarının hikâyelerinin peşinde koşturmuş. Önemli olan mesaj şu; kendi hikâyelerinin peşinde koş. Aren romanın en başında, başına bir şey geliyor. Ormana atılmış. Kötü adamlar ona bir zarar vermiş. Neden. Bundan korkup geri çekilebilirdi. Çünkü ufkun ötesinde ne olduğunu merak eden bir çocuktur. Refika hanım yirmili yaşları, sene 1955. Kıbrıs’a gidiyor. Tam savaş dönemi. 1955 senesinde genç bir kadını düşünürsek, başkaldırıp öyle bir seyahate çıkabilmek. Ufkun öte yanını merak ediyor. Hiristo diye bir keşiş var. Kıbrıs’da küçük manastırın papazı fakat ufkun öte yanını merak ediyor ve İstanbul’a bir yolculuğa çıkıyor. Patrikhaneye kadar geliyor. Bu kitapta mesajlardan biri şu; cesur olun, korkmayın ve merak edin. Gizemli olanı, size bilinmeyen olanı, ufkun ötesinde ne olduğunu, o ufkun ötesinde parıldayan ışığın arkasında ne olduğunu merak edin ve üzerine gidin. Kendi hikâyenizi bulun biraz o.

6-7 Eylül olayları var. İçime dert olan bir meseledir. Suyun peşinde olanlar, HES’ler var. Doğanın yapısını bozup oraya santral kurmaya çalışmak. Kendi çıkarları, rantları uğruna koşturan kötü adamlar var. Romanın birkaç mesajı olduğunu düşünüyorum. Sadece Refika Hanım ve Hiristonun aşk hikâyesi değil. Aynı zamanda bilinmeyeni merak etme ve kendi hikâyenin peşine düşme ve bir yolculuğa çıkma.

Doğa yok ediliyor. Televizyonda izliyoruz her gün göz göre göre doğayı böylesine bir yok oluşa açmak.

Doğanın başına gelen en kötü şey insan olduğunu düşünüyorum. Hayvanların düzenini, doğanın dengesini biz bozuyoruz. Havayı biz kirletiyoruz. Biz olmasak dünya daha güzel olurdu. Buna da biraz değinmek istedim.

Ufkun Öte Yanında yaşama ve geleceğe dair umut var mı?

Romanı okuyanlar buna karar versin. Bence var. Yaşam olduğu müddetçe umut var. Biz öğreniyoruz. Bugün Sur’u gezdim çok hüzünlendim. Burada yaşayan arkadaşlarımla konuştum. Biz alıştık dediler. Ben ilk defa gördüm.

Alışmak kötü bir şey.

Evet, alışmak kötü bir şey ama alışıyoruz ne yazık ki.

İlk defa mı Diyarbakır’a geliyorsunuz?

İlk defa geliyorum. Basından dinliyordum. Şimdi gerçeğini gördüm.

Sizde nasıl bir duygu oluştu.

Sur’un içi beni çok etkiledi. O daracık sokaklarında daha uzun kalıp o taşlarla konuşmak isterdim. Acıyı taşlardan dinlemek istedim. Eminim o taşların her birisinin arkasında çok acı hikâyeler var. Bunu daha derin okuyacağım, yörenin yazarlarından. Derin okumak, araştırmak istiyorum. Daha sık gelmek istiyorum. Daha duyarlı davranıp işte burayla ilgili de bir roman yazmak istiyorum.

Kafanızdaki Diyarbakır’la karşılaştığınız Diyarbakır arasında nasıl bir fark oldu?

Çok daha güzeldi. Masalsıydı benim için. Çok güzel tarihi yerlerini gezdim. Hasan Paşa Hanını, Meryem Ana Kadim Kilisesini, Cemil Paşa Konağını gezdim benim için çok büyüleyici yerlerdi buralar.

Tarihe bir yolculuk yaptınız.

Evet şimdi eve gidip bol bol fotoğrafladım. Şimdi eve gidip bunları tekrar yaşamak istiyorum. Bir iki gün kendimde kalmaya çok ihtiyacım var. Çünkü Diyarbakır beni çok etkiledi. Büyüledi. Bu büyüyü tekrar tekrar kendime yaşatmak istiyorum.

Tigris Haber Gazetesi okuyucularına ne söylemek istersiniz?

Diyarbakır’ı çok sevdim. Diyarbakır da beni çok sevdi diye düşünüyorum.

roportaj-mumin-k.jpg

Suyun Öte Yanından gelenler olarak, burada dağın yamacında yaşayanları karşılaştırdığınızda benzer ve ayrılıklar nelerdir.

Benim ailemin bir tarafı batılıdır bir tarafı doğuludur. Batı hikâyesini ilk yazmam doğulu olmadığım anlamına gelmiyor. Ailemin hikâyesinin de peşine düşeceğim.

Ada insanı da çok sıcaktır. Temizdir. Buranın insanı da çok sıcakkanlıdır. Her ikisi de temizdir. 

En önemli şey benzer yönlerinin çok olmasıdır. Dilde kültürde farklı olsa da ortak yönleri yakalamak çok güzel ve sevindirici değil mi?

İnsanın yüreğini yakalamak gerekir. Yürek önemli. Ha oradaki komşu ha buradaki komşu aynıdır.

Bu kadar yoğunluk ve koşuşturma içerisinde, Diyarbakır’ın büyülü atmosferini sindiremeden, ayağınızın tozu kurumadan bize zaman bu değerli zamanınızı ayırdığınız için çok teşekkür ederim.

Bende size teşekkür ederim. Bir yerel gazetede çok güzel işler yapıyorsunuz.

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.