Köyümüzden sadece kuşlar geçerdi

Köyümüzden sadece kuşlar geçerdi
Yazı ve çevirileriyle edebiyata önemli katkılar sunan Muhsin Özdemir’le ilginizi çekeceğine inandığımız bir söyleşi gerçekleştirdik.

Bir kadını darağacında astılar

Korkulu dallardaki kırlangıçlar

Ağlayarak uçtular

Üşümüşlerdi

Bir kadının kadınlığını asitle

Almışlardı ondan

Kargalar giysilerini

Pazara çıkarmışlardı

Ve ısındılar

Ey bu diyarın bütün kadınları

Tanrı kulağımda fısıldayıp söz vermiş

Gelin o kadim ve terk edilmiş

Cennete geri dönelim

Bu sefer elma var

Günah var

Elmalar zehirlidir ama

Öleceğiz biz

Ama bizi öldürsünler diye

Âdemi

Doğurmayacağız. 

 

Yazan şair: Betül Mobaşiri (çeviren: Muhsin Özdemir)

 

Şırnak’ın kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ köyünde doğan, köyünden ilk çıktığında yeni bir dünyayla karşılaşmış gibi her gördüğü şeye şaşıran Muhsin Özdemir azmi ve inadı sayesinde okuyarak kendisini her ortamda kendisini geliştirme imkânı yaratır.

m.jpeg

Muhsin Bey kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

1970 yılında Şırnak’ın Fındık kasabasına bağlı Zivinga Şikakan (Ağaçyurdu) köyünde doğdum. Gabar’ın yükseklerinde, kuş uçmaz kervan geçmez bir köydü. Şimdi yirmi yıldır insanın yaşamadığı bir köy. İlkokulu da orada okudum. Ortaokulu okumak için ilk defa köyden çıkmıştım. Yolları arabaları ilk defa görüyordum. Bana çok acayip gelmişti. Arabaya bindiğimde de nasıl gidiyor diye çok merak etmiştim. Çünkü arabaları sadece resimlerden biliyordum. Gördüğüm her şey ilgimi çekiyordu. Çoğunu ilk defa görüyor, birçok kelimeyi ilk defa duyuyordum. Başka bir dünyaya gelmiş gibi oldum. Tarih dersinde kralları, imparatorlukları, kimin nereyi nasıl fethettiklerini öğreniyorum. Bu benim ilgimi çok çekiyordu çünkü köyümüzde fetih başka anlamda kullanılıyordu. Bizde toprağı kazıp, ekilebilir hale getirdiğimizde orayı fethetmiş oluyorduk. Bildiğim fetihle okulda öğrendiğim fetih arasında hiçbir benzerlik yoktu. Hala köyümde toprağı öyle fetheden biri olmak isterim.  Hatta ‘Botan’da Bir Fatih Olmak İsterdim’ diye bir makalede yazmıştım. Bu hayallerle büyüdüm. Okudukça yeni şeyler öğrendim. Daha sonra yurtdışına çıktığımda da bilgilerim farklılaştı.

 

Köyün yaşlıları, bilgeleri sizlere; öyküler, hikâyeler anlatıyor, dengbejleri dinliyordunuz. Dinlediğiniz hikâyeler sizi nasıl etkiliyor,  nasıl bir hayal dünyası oluşturuyordu?

Küçük bir dünyadasın. O hikâyeleri dinledikçe seni çok değişik ülkelere, mekânlara götürüyor isimlere götürüyor. Bu anlatılanlar hafızana yerleşiyor. Bugün sadece dinlemek için değil, daha derli toplu, çok boyutlu, çok yönlü, kimlerin hangi amaçla yazdığını anlamaya çalışıyorum. Bunun üzerinde yoğunlaşıyorum.

 

Benim beslenme kaynağı hala buralar. Hacı Tahir diye yaşlımız vardı, çok bilinen, iyi bir anlatıcıydı. Divanda daha çok o anlatırdı. Merakla onları dinlemek istiyorduk. Ama o divan da yer bulamazdık. Pencereleri tırmanarak gizlice; Feyruz Şah, Rüstemê Zal benzeri destanları dinlediğimi hatırlıyorum. İlkokula gittiğim zamanlardı.

Daha sonraları sanırım 2016 yıllarında o yaşıyor mu? Yaşamıyor mu? Diye araştırdım. Bana o hikâyeleri yine anlatsın diye Denizliye gittim. Hatta hayalimde bir roman tasarlıyordum. O mağaralardan, evlerden başlayan hikâyelerle Kirmanşah’a uzanan dinlediğim, bildiğim destanları birleştirerek bir roman çalışmam da vardı, bu konuda yazdığım çalışmalarım hala duruyor. 2008'de Şemiran adlı bir roman yazdım. Kaynağını oradan alıyor. Yani gıda mı hala oradan alıyorum.

mm.jpeg

O yaşlınız çok iyi anlatıcı mıydı?

Mükemmeldi. Mesela bir Rüstemê Zal, Feyruz Şahı anlatıyorlardı. Ama Mem û Zîn’i anlatırken; arada melodilerle devam ederlerdi. Böylece anlatımlar daha akıcı hale getirilirdi yani tekdüze anlatılmazdı.

 

Bir efsanenin ya da destanın anlatılması ne kadar sürüyordu?

Bu anlatımlar öyle birkaç saatlik zamana sığdırılan hikâyeler değildi. Bazen günlerce hatta 1 ay sürerdi.

 

Bu hikâyeleri merak ve heyecanla da dinlediğiniz için hafızanıza da kazınıyordu. Anlatılanları neredeyse yarı yarıya ezber diyordunuz?

Keşke o zaman aklımda kalanları daha iyi değerlendirebilseydim. Bize o hikâyeleri anlatan O yaşlı amcayı görmeyi çok istiyorum. Büyük ihtimalle şu an 100 yaşına yakındır.  Denizli'ye onu görmeye gittim fakat konuşamadık. Çünkü yakınları artık konuşamadığını söylediler. O hayalim gerçekleşemedi. Fakat hala yaşayan ve dinleyeceğimiz insanlarımız var.

 

 Edebiyata ne zaman merak sardınız?

Daha önce de bu eğilim vardı. Kendimi daha çok başka alanlarda görüyordum. Ama Siirt ceza evindeyken bir annenin sözleri aklıma geldi. 2004 yılıydı. Bir annenin taziyesine gitmiştim. Anne rüyasında evladını gördüğünü ve vasiyetini söylediğini, bu vasiyetini yerine getireceğini söyledi. Ama orada vasiyetin ne olduğunu bize söylemedi. O zaman vasiyeti neydi diye sormak aklıma gelmedi.

Daha sonraları 2008 yılında Siirt cezaevindeyken hastalanmıştım. Rüyalar görüyordum. Birden aklıma geldi. Vasiyetini anlamıştım. Anne vasiyetini yerine getirmişti. Ama ben o zaman anlamamıştım. Vasiyet üç zılgıttı. Anladıktan sonra bunu makale olarak yazdım. Daha sonra Lice cezaevinde bu makaleyi bir romana çevirdim. ‘SÊ TILÎLÎ’ (Üç Zılgıt) ismiyle basıldı.

 

Kendinizi annenin yerine koyarak yazdınız? Acılı bir annenin duygularını, hissettiklerini anlatmaya çalışmanız çok zor olmadı mı? Yazarken neler hissettiniz? Nasıl bir ruh haliniz oluştu?

Annelik çok farklı bir şeydir. Çocukları için deli olurcasına davranışlarını görüyorum. Annenin adı Nesima’ydı. Kendimi onun yerine koyarak; onun hayallerine, nereye baktığını, göz önüne getirmeye çalıştım. Tabiki çok zor bir durum. Romanda o rollerin kurgusunu yapan benim. O anneden bir karakter yaratmaya çalıştım.

Kızı; ‘Ağlama’ diyor. Ama anne ağlıyor. ‘Lütfen ağladığımı kimseye söyleme’ diyor. Ben bir annenin ağlamadığını yazamam. Aslında anneyi ağlatmak için de yazmam. Bir anne ağlar. Ben bunu yazacağım aklıma gelmemişti. Sonradan bunun örgüsünü kurarken, Aslında örgüde değil o bir hakikat. Gerçeklerimiz hayallerimizin çok ötesinde. Sadece biraz görmek yeterlidir.

 

Yazın çalışmalarınız nasıl devam ediyor?

Roman basıldıktan sonra, cezaevinden çıktıktan sonra bunalımdayım. Yepyeni şeylerle karşılaşıyorum. Bildiğim jargonlar bile değişmişti. Konuşurken bazen atıyorum diyorlardı. Ben niye atıyorsun diyordum. Yirmi yıl önce kullandığımız Türkçe jargonlar bile aynı değildi. Ciddi bir uyum sorunu yaşıyordum. O zaman ezberimde tuttuğun bazı şiirler vardı. Furûx Feroxzad, Sohrab Sepehri’den, İran’ın farklı şairlerinden şiirler vardı. Bu şiirler aklıma geldikçe kendimi şiirle kurtarmaya çalıştım. Doğayı yeniden tanıyordum. Bunalımdayım. Bunalımın sonu belki intihardı. Her gün düşünüyordum. Sonra; İran’ın büyük şairi Sohrab Sepehri’yi okuduktan sonra. Şöyle diyor; ‘Ağaçtan kurtları çıkarınız. Sizce doğanın kanunlarından bir şey eksik kalmaz mı?’ Benzeri tamamıyla doğayla ile eklentili, doğayla bağlantılı; en ufak bir hareketlenmede, bir renkte, bir çiçekte hayatı bulabilen bir insan. Bu şiirden hareketle ben en iyisi ben bir çevirmenliğe başlayayım dedim. Sohrab Sepehri’yi çevirmeye başladım. Sohrab’ın önce bir kitabını daha sonra diğerlerini çevirdim. Bu kitaplar yakında çıkacak.

 Sonra Şêrko Bêkes 500 sayfalık şiir kitabını Kurmanciye çevirdim ve yayınlandı. Sadiq Hidayet’in bazı eserlerini, Furûx’un da bütün eserlerini Farsçadan Kürtçeye çevirdim. Çevriye başlayınca unuttuğum konuşmadığım Farsça ve Soraniceyle yeniden buluştum. Her çeviri yaptığımda onlarca kaynak taraması yapmak zorunda kaldım. Şu anda binlerce eser ulaşmış durumdayım. Önceleri romandan, şiire, düz yazıya, araştırma yazılarına kadar çok dağınık çalıştım. Ama şu an çalışmalarımı daha profesyonel bir düzeye kavuşturdum.

 

Çevirdiğiniz eserlerde sizi en çok etkileyen kimin eseri oldu?

Beni en çok etkileyen Sohrab’dır. Bazen düşünüyorum şu ağaçtan kurtları alırsam; bu ağaç kurtsuz olur. Kürtlerde bir inançsızlık var. Ağacın kurdu ağaçtan değilse ağacın başına bir şey gelmez. Bu inançsızlığı geliştirmek için kullanılmaktadır. Ağaç kurtsuz olmaz ama kurtlara da bir yaşam hakkı verilmeli. Bunu düşünmeyen bir insan gelişemez. Bundan dolayı bu kurdun yaşama hakkı vardır ama ağaç kurdun gölgesinde değil; o kurt ağacın gölgesinde yaşar. Bize düşen ağacı iyi sulamak, iyi budamak, iyi bakmaktır. Doğal yaşamda ve edebiyatta bunu yapmalıyız. Her canlıya bir yaşam hakkı tanımalıyız.

Bu değerlendirmeyi; siyasal anlamda toplum bir bütündür, bütün görüşlere yaşam hakkı tanınmalıdır anlamda mı söylüyorsunuz?

Çok anlam çıkarılabilir. Doğadaki bu durumu topluma da uygulayabilirsin. Niyet önemli. Çünkü bütün doğallık yok ediliyor. Ötekileştirilenlere yaşam hakkı tanınmıyor. Bütün ağaçlar aynı olamaz. Tahammül ve kabullenme çok önemli. Şair doğayı anlatarak çok güzel anlatıyor.

 

 Kürt edebiyatını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 Kürtlerde özellikle sözlü kültürel edebiyat onun yaşam biçimini yansıtmıştır. Sadece edebiyat yapmak için yapılmamıştır. Yani bir kurmaca değildir. Edebiyat, müzik onun bir yaşam biçimidir. Mesela Hewraman'da kimi müziklerde hiç enstrüman kullanılmıyor. Enstrümanları sadece alkıştır. Sadece alkışla söylenen birçok şarkı var. Bölgeler arası kopukluk, lehçeler arası kopukluk, coğrafik kopukluk edebiyat alanında da parçalı bir durum ortaya çıkarıyor. Bunları bir araya getirmek için; lehçeleri bilmek, onlarla diyalog geliştirmek çok önemli. Ben de daha iyiyi bulmak için; gitmem, görmem ve konuşmam gerekiyordu. Bunları yapmaya çalıştım ki yapacağım çeviriler daha iyi olsun.

 

Diğer dilleri nasıl öğrendiniz?

Güneyde kaldığım için konuşabiliyordum. Genelde Arami alfabesine Arapça alfabesi diyoruz. Daha 9 yaşında Kuran'ı 15 kez hatmetmiştim. Bizim ailenin geçmişi de dört yüz yıla dayanıyor. Bir âlim ailesinden geliyoruz. Arapça üzeri eğitim görmüşlerdir. Bu yüzden Arapça yazma ve konuşmaya yabancılığım yoktu. Soranice ya da diğer lehçelerde yazılmış eserleri Kurmanciye çevirmede bu yüzden zorluk çekmedim. Kurmanciye çevirerek hem görünür kılmak hem de daha çok okunsun istedim.

 Şerko Bekes Norveç'te bir gecesi oldu. Bütün mesajlar, konuşmalar Norveççe okundu. Sadece benim gönderdiğim mesaj Kurmanci okundu. Eskiden dil öğrenme merakının ötesine gittim. Dolayısıyla bir dili ben sadece öğrenmek için değil; bu dili okuyup, yazmak, yaymak istedim.

 

Son çalışmalarınızda neler var?

Yakında Mihemed Ronahî ile Türkçeye çevirdiğimiz Newşirwan Mustafa Emin’nin 1945-1946 yılları arası kurulan “Kürdistan Hükümeti” adlı kitap çıkacak. İlk defa Türkiye'de Türkçe olarak çıkacak. Kurmanci de basımı da yoktur.

Bunun dışında Kürt milli şairi Hejar’ın biyografisi, öğütleri ve anılarının yer aldığı Sorani lehçesinden Kurmanci lehçesine çevirdiğim Girara Gavana aslı eser de yayına hazır sayılır. Benzer birçok çalışmam devam ediyor. Ayrıca tüm lehçeleri de kapsayan bir Kürtçe sözlük hazırlık çalışmasını düşünmüyor değilim.

 

Tarihe de ilginiz var mı?

 Tabii genelde ilgiliyim. Tarihsiz edebiyat yazmak da olmaz. Bu coğrafya ile ilgili bir şey yazdığın zaman doğal olarak tarihi de araştırmak zorundasın. Sözlü ve yazılı belgelere başvurarak zenginleştirmen gerekiyor. Böyle bir araştırma olduğu zaman, ortaya çıkarılacak eserde güçlü olur. Bir şehre gittiğimde ilk aklıma gelen; o şehrin tarihi yerleridir. Önce oraları gezerim, önceliğim odur. Çünkü bu topraklarda neler yaşandığını bilmeden, tarih bilinci az olanın ufku da az olur ve yazdıkları çok soyut kalır. Güncelliğini çabuk kaybeder. Onun için ne yaşandığını bilmeden yazamayız.

 

Zerzevan kalesinde yeni buluntular ortaya çıktı. Hindistan'dan İtalya'ya hatta Avrupa'ya kadar yayılan Mitra inancının kökenlerinin bu topraklarda olduğu ortaya çıkıyor. Zerzevan ve Mitra kültürü ile ilgili olarak ne söylemek istersiniz?

Benim ilgi alanım. Bu sene 21 Aralık'ta Yelda gecesinde 5 dile çevrilmiş hali ile Mitra dininde kutsal olan Yelda gecesini kutlayacağız. Belgeleri çevirme aşamasındayım. 5- 6 yıldır Mitra vb. inanışlar, gelenekler,  gizemli dinler hakkında kaynak buldukça okuyorum ve kimi zamanda paylaşıyorum. Bu sene 21 Aralık'ta Yelda gecesinde 5 dile çevrilmiş hali ile Yelda gecesini kutlayacağız. Mitra’yı bilip de Yelda gecesini bilmemek ve kutlamamak eksik kalır.

 Daha önce 2000’lerde İrani dilleri okudum. Dolayısı ile ilgimi çeken bir konu da dinler oldu. Mezdisnai, Mitra ve sonrasında gelişen Mazdek, Mani, Babek Xuremdin önemli simalar ama hepsinin kaynağında Mitra var. Mitraizm bilinen en köklü inançlardan bir tanesi oluyor.

Şimdi Mitraya hepimiz yabancıyız. Ama onun sembollerini kullanıyoruz. Elma, Nar onların sembolüdür. Mitranın doğum gününe bakıyoruz, İsa dünyaya gelmişi de aynı gün; yani 25 Aralık, Hristiyanlık ise Noel diyor. 21 Aralıkta kutlanan Yelda ise bununla bağlantılı. Elbette daha ayrı açıklama ve bilgi gerektiriyor…

 

Özellikle İtalyanlar burayı görmek için gelecekler. Bu din Kürtlere ait bir dindir Farsların değil. Mitra ortaya çıktığında Farslar daha medeniyet sahasında değiller. Farslar Kürtlerden sonra medeniyet sahasına çıkıyorlar.  Persler Medleri yıkarak Zerdüştlük üzerinde büyüyor. Kürtler Mitra üzerinde büyümüş. Zerdüşt Kürttür, Meddir. Ama dini olarak dayandığı Zerdüşlüktür. Kürtlere ait olmasın diye Perslere atfediliyor. Büyük ihtimalle o tapınak Medlerin yaptığı tapınaktır. Tapınak MÖ. 500’lere dayanıyor. Romalılar buraları ele geçirdiğinde tapınakta bazı tahribatlar yapıyorlar ama kültürünü alıyorlar.

Yelda gecesi çok önemli, Kürtçede Şew Çile ya da Ser Çile derler. Şu anda İran’da, Güneyde görkemli kutlanıyor.

Bunun izlerini daha sonraları Anadolu’da, Kayseri’de çıkan bir tapınak ta Mitra izleri görülüyor. Hititlerle yapılan bir antlaşmada Mitra, şahit ve koruyucu tanrı olarak geçiyor.  

 

Mezopotamya'da ve Ortadoğu’da birçok kenti gezdiniz. Bu ketleri Diyarbakır'la karşılaştırdığınızda ne söylemek istersiniz?

Diyarbakır’ı daha önce okuduğum bir romandan tanıyorum. 6 ciltlik ‘Tanrının Kırbacı Atilla’ diye bir roman vardı. Türkçesi 2 cilt olarak çıktı. Orijinali 6 ciltti. Diyarbakır’ı, Sur’u, kuçelerini, kimler tarafından ele geçirildiğini. O romandan okumuştum. Çok çekmiş bir kent. O romanda geçen izlerden ne kadar kalmış diye bazen saatlerce gezdim. Bakıyorum. Nasıl bir kent olduğunu ben de hala merak ediyorum. Hunlar, Romalılar ve Sasanilerin geçiş olarak kullandıkları bir merkez. Halkta bir hafıza oluşturmuş.

Nerede bir siyah taş görsem aklıma Diyarbakır gelir. Diyarbakır'ın sembolü bence o taştır, karpuz değil. Diyarbakır aynı zamanda gizemini koruyan bir kenttir. Çünkü hala arkeolojik kazıda yeni şeyler ortaya çıkıyor. Diyarbakır'ın hafızası Surlardır. Kente girince belediyenin mesajı geliyor ‘Hafıza Kentine Hoş Geldiniz’ diye mesajı geliyor. Bu çok güzel bir mesajdır. Hafıza yerleri kalmazsa bütün kentler birbirine benzer.

 

Çok renkli bir söyleşi oldu. Az bilinen konulara değindiniz. Bize zaman ayırdığınız için teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dileriz.

Bende size duyarlılığınızdan dolayı teşekkür ederim.

               

 

Muhsin Özdemir kimdir?

1970 yılında Şırnak’ın Fındık kasabasına bağlı Zivinga Şikakan (Ağaçyurdu) köyünde doğar. İlkokulu köyünde okuduktan sonra Ortaokulu ve liseyi Van’da tamamlar. Tutuklu kaldığı İran’da Farsçayı öğrenir. Cezaevinde Kürt tarihi ve edebiyatı ile Fars edebiyatı üzerine araştırmalar yapar. Kürtçenin Soranca lehçesini bilmesi Kürtçe kaynaklardan yararlanmasında çok işine yarar. Türkiyede de tutuklu kalan Özdemir Batmanda yaşamaktadır. Yazdığı eserlerin yanında Farsçadan ve Kürtçenin lehçelerinden Kurmanci’ye çeviriler de yapmaktadır.

Özel Haber: Mümin Ağcakaya

 

 

Etiketler :
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.