TARİHİN GÖZYAŞLARI

TARİHİN GÖZYAŞLARI
İlerde Hep Yalnız ve Kandan Adam kitaplarıyla ilgi çeken Abdullah Aren Çelik Morpheus Kitap evinde okurlarıyla buluştu. Tigris Haber Gazetesi olarak bizde bir söyleşi gerçekleştirdik.

TARİHİN GÖZYAŞLARI

 

Mümin Ağcakaya

 

 

Bir değerlendirmeniz de Diyarbakır’ı; ‘hem yaşaması hem de yaşlanması güç bir kent’ olarak değerlendiriyorsunuz? Diyarbakır’ı nasıl anlatmak istediniz?

 

Türkiyede diğer kentlere göre kıyaslandığında, Diyarbakır’da genç nüfus oranı daha yüksek. Fakat yaşadığı yoksulluk da dâhil, çok fazla dert barındırıyor. İnsanlar bir şekilde; otuzlu, kırklı ya da yirmili yaşlarında hayatını kaybediyor. Yaşlı insanlar çoğu sefaletle yaşıyorlar. Yoksulluk çekmiş, açlığı yaşamış kentin bu yüzü çok dertli; yaşlısı az, genci öldürülen bir şehir. Bu yüzden günlük yaşam zor.

 

DİYARBAKIR GARİP BİR BAĞIMLILIK YARATIYOR

 

Yaşlanması da zordur. Niye? Çünkü tarihin en eski kültür kentlerinden biri, her taraftan tarih fışkırıyor. Diyarbakır bu anlamda yaşanabilecek, yaşayanın da kolayca terk edebileceği bir şehir değil. Yaşayanda garip bir bağımlılık, bir alışkanlık yaratıyor. Ermenilerden, Süryanilerden, Kürtlerden, Türklerden ve Araplardan birçok halkın tarihsel izlerini takip edebiliyorsun. Taşlarına kadar sinmiş dil, kültür, mimari, sanat ve inançlarına kadar birçok sanatsal yaratımı sokaklarında, konaklarında, ibadethanelerinde görebilmek mümkün. Bakabilmesini bilenler için korkunç bir zenginlik oluşturuyor. Dolayısıyla buraya adımını atan ve kendinden izler bırakan halklar için vazgeçilmez bir şehre dönüşüyor. Tarihin derinliklerinden süzülerek gelen bu kültürler mozaiği insanı diri tutuyor, hayata bağlıyor. Yaşamasını, bakmasını bilene çok şey anlatıyor, öğretiyor.

Üzerinden medeniyetler geçmesine rağmen; dışarıdan geleni kendine benzeştirmiş. Dolayısıyla böylesine güçlü bir çekim merkezinde, bir kültür kentinde yaşlanılır mı?

Tabii ki yaşlanılmaz. Bu kadar tarihsel birikimle hemhal olan birisi, bu şehirde ömrünü ne kadar uzatırsa, o kadar görecekleri, keşfedecekleri zenginlikleri var diye düşünür. Doyumsuz kalır. Neyi, nasıl yaşamasını bilen birinin bu yaşamı bırakıp başka diyarlara gitmesi düşünebilir mi? Gitmek zorunda kalsa bile duygusal bağlarından, anılarından kopamaz.

 

OKUMAK FARKINDA OLMAK DEMEKTİR

 

Okumak birçok şeyin farkında olmak demektir.’ diyorsunuz. Okuyucularına, genç okuyuculara bu belirlemenden hareketle; ne tavsiye edersiniz?

 

 Okumak anlamaktır. Okumak bir şeylerin farkına varmaktır.  Eskiden insanlar bilgiye ulaşmada zorlanıyorlardı, gecikiyorlardı.  Dolayısıyla gösterdikleri tepkiler de haliyle gecikmiş bir tepkiye dönüşüyordu.  Şimdi teknoloji çok gelişti. İletişim, ulaşım olanakları müthiş hızlandı. İnsanlar teknolojinin hızına yetişmekte zorlanıyor. Şimdi yanı başımızda insanlar ölüyor, anında okuyoruz ya da ekranlardan izliyoruz. Doğa katlediliyor, hayvanlara eziyet ediliyor, kadınlara şiddet her gün vazgeçilmez haberler arasında yer alıyor. Çocuklara istismarlar vicdanları yaralıyor, kadınlar tacize, tecavüze uğruyor. Bunları; okuyoruz, öğreniyoruz.   Ama ya sessiz kalıyoruz ya da hiç bir tepki göstermiyoruz. Şimdi okumanın kendisi ile birlikte getirdiği onurlu bir duruş vardır. Okuyup öğrendikten sonra; hayata dair, politik meselelerden gündelik yaşama; hatta ev içindeki hayatımıza kadar öğrendiğimiz her şeyin, okuyan kesim tarafından mutlaka bir karşılığı vardır. Hatta olmalıdır diye düşünüyorum.

Okuyup aydınlanan kişi, insanları aydınlatmak zorundadır Dolayısıyla okuyan insanın haysiyetli bir duruşunun olacağını düşünüyorum. Başkalarına karşı da bir sorumluluk taşıyacağı için; bu anlamda okuyana bir yükümlülük de getirmektedir.

img_9041-k-007.jpg

Yazmak size nasıl bir sorumluluk yüklüyor?

Yazmanın bir haysiyeti var diye bir söyleşide belirtmiştim. Kalemi elinde tutan adamın haysiyeti; hak ve hakkaniyetin yanında durmaktır. Yani öncelik; bir doğru yaratmak, yeni bir şeyler yazmak da değildir. Ama bir cümle dahi yazan bir insanın haysiyetli olması gerektiğini ve bir taraf olduğunu düşünüyorum. Yazmanın beraber getirdiği yükümlülüğün yanında; bir de büyüsü vardır. Yani yazı sizi dönüştürür. Yazanlar bunu bilirler, yazı size bir kimlik kazandırır. Öyle bir zaman gelir ki, siz yazdıklarınıza dönüşürsünüz.

 

Yazmanın ötesinde edebiyat eleştirmenliği de yapıyorsunuz. Eleştirmenlik üzerine ne söylemek istersiniz?

Yazmak başlı başına bir sorumluluktur. Az önce okumadan bahsettik. Yazma da buna gösterilebilecek bir tepkidir. Yazı ile kurulan ilişki sizin; onayladığınız veya doğru bulmadığınız bir şeye karşı bir tavırdır. Kendini yazarak ifade etmedir.

Okumanın bir sorumluluk getirdiği gibi aynı şekilde yazmak da bir sorumluluk getirmektedir. Dolayısıyla hakkın da, halkında, adaletin de yanında durmanızı gerektirir. Ama eleştiri yazıları yazmaya başladıktan sonra bu düşüncem daha çok pekişmeye başladı.  Çünkü romana eleştiri üzerinden bakan birisi; hakkaniyetin olduğu bir yerde durması gerekir.

 

 Eleştirmenlik biçim veren, yön verendir. Ben de romanımı yazarken o eleştirel evre'den geçtiğim için; çözümünde arkasında durabilecek, kalemin arkasında durabilecek biri olmaya gayret gösteriyorum. Dolayısıyla eleştirmenliğimin benim yazarlığım üzerindeki etkisi herhalde bu olmuştur. Bunu Türkiye için söyleyemeyeceğim ama dünyada pek çok yazınsal tür, eleştiri üzerinden geliştirmiştir. Biz de bu mecrada pek bir gelişim gösterdiğini söylemek zor. Eleştirinin de böyle bir gücün olduğuna inanıyorum.

 

TARİHİN GÖZYAŞLARI

 

“Tarihin gözyaşları olsaydı Şüphesiz insanlık sular altında kalırdı?” Çok önemli bir belirleme. Acının en çok yaşandığı, gözyaşının bu kadar aktığı; ölümlerin ve sürgünlerin ve mültecileşmenin onlu yıllara damgasını vurduğu Ortadoğu’da, bu durumdan nasıl kurtulacaktır?

 

 Tarihi ezilenlerin dili üzerinden yazmaya başladığınızda başka tür bir hikâye yazarsınız. Ama tarih genellikle egemenlerin çıkarlarına göre yazılmıştır. Onların anlatısı, onların hikâyeleştirilmesi üzerinden kurgulandığı için; haliyle ezilenlerin başından ne geçtiğinin çok azını öğrenebiliyoruz. Ama tarihte, o kadar büyük haksızlıklar yapılmasına rağmen, gerçekler ters yüz edilerek yazılmış, acı çeken insanların hayatı, yok sayılmıştır. Yaşanan onca soykırım var. Tarihsel anlamda bu konuda araştırma yapanlar, hizmet ettikleri kesimin çıkarlarına göre yaklaşıyor. Bağımsız yaklaşmıyor. Bu yüzden çıkarlarına uygun gelmeyen hiçbir şey kayıt altına alınmıyor. Görmezlikten geliniyor. Ya da kanıtlar yok ediliyor. Ortadoğu’da geçmişten günümüze o kadar çok trajediler, dramlar yaşandı ki; bazı halklar tarihten silindi, bazıları yok olmayla karşı karşıya geldi. Bu kadar kan, gözyaşı ve eziyet karşısında; eğer tarihin gözyaşları olsaydı insanlar sular altında kalmaz mıydı? Çünkü yaşanan onca acıya, drama rağmen; çektiği acılarını anlatamayan bir tarih var.

Aslında halklar da; kendini anlatmaktan aciz. O tarihsel birikime sahip. Ama bellek oluşturma, bunun kaydını tutma ve sonraki nesillere aktarma konusunda basiretsiz davranıyor. Kendilerini bu duruma getiren eşiği atlamaları gerekiyor. Kendileri olmaları gerekiyor. Kanmaya ve kandırılmaya kapılarını kapatması ancak tarihin gözyaşlarını durdurabilir.

9786051852850.png

 

‘Kandan Adam’ romanınızda; Osmanlı'dan Cumhuriyete ve günümüze uzanan bir olaylar örgüsü var.  Hikâyenin tarihselsel geçmişi nasıl başlıyor?

 

Şöyle ki hikâyenin 600 yıl önce bir rahibin ölümü ile başlayan bir tarafı var. Diyarbakır 1512 ile de Osman'ın himayesine girdikten sonra; Bayburtlu Mehmet Paşa Diyarbakır’a vali olarak atanır. Valide bunun şerefine bir cami yaptırmaya karar verir. Ama bunun için önce havaya bir ok atılacağını, okun düştüğü yerde büyük bir cami yaptıracağını; okun düştüğü mülkün sahibine de ağırlığınca altın verileceği duyurulur. Atılan ok kilisenin çatısına düşer. Kilisenin papazı elinde okla Mehmet Paşa'nın huzuruna gelir. Mehmet Paşa vaadini yerine getirir. O kiliseyi camiye çevirirler. Ama papazı da bütün ahali'nin önünde öldürtür. Mehmet Paşa ile papaz arasındaki Paradoks bir ilişki ve tarihsel bir hikâyeye buradan başladım.

 1512 yılındaki bir hikâyeyi, Diyarbakır'da aynı mekânda bir araya getirmek biraz zordu. Bir kilisenin camiye çevrilmesini ya da bir insanın tarihsel olarak taşıdığı fikrin dönüşüm geçirmesinin hikâyesini, bir şekilde nesneler üzerinden, eşyalar üzerinden, taş üzerinden, mekân üzerinden anlatmam gerekiyordu.

Şöyle düşündüm; tarihsel bir hikâyeden yola çıksam da, güncel bir hikâye üzerinden yürütmek gerektiğini düşündüm. Onların şahsında Diyarbakır'ın 600 yıllık, daha doğrusu Kürtlerin Osmanlı ile münasebetlerinin hikâyesine gitti. Sonuçda böyle bir hikâye çıktı ortaya.

 

Romanınızla ilgili, aşk, polisiye veya tarihi roman değerlendirmeleri yapıldı. ‘Kandan Adam’ romanınızı siz hangi kategoride değerlendiriyorsunuz?

 

 Ben Ahmet Boz'un karısıyla ilişkisini aşk üzerinden değil de iktidar üzerinden okunması gerektiğini düşünüyorum. Bir aşk romanı olarak da düşünülebilir, bir yanıyla polisiye olarak da düşünebilir. Bir yakınıyla da Kürt meselesi ile ilintili, iktidar bağlamında bir metin gözüyle de bakılabilir.

 

Romanın kahramanı Ahmet Boz; zamanında çok güçlü biriyken adım adım iktidarını kaybeder. Karısı ile ilişkisi de gittikçe bozulur. Hikâyenin sonuna doğru Ahmet Boz karısını yatağa bağlar, ona işkence eder. Karısının haklı olduğunu düşünür ama karısına haksızlık yapmaktan vazgeçmez. Çünkü elindeki tek iktidarı olan ‘erkekliği de kaybedecektim’ diye düşünür. Çünkü hikâye bir aşk bağlamında değerlendirilebilir ama ben iktidar bağlamında bir ilişki olarak değerlendiriyorum.

 

DİYARBAKIRIN KİMLİĞİ SURLAR KADAR GÜÇLÜDÜR

 

Diyarbakır nasıl bir kent?

Diyarbakır'ın tarihini okuyanlar bilirler. Diyarbakır'ın kimliği aslında taşıdığı Sur’lar kadar güçlüdür. Ama yenilmeyen bir şehirdir ve üzerinde sürekli kavga edilen bir şehirdir. Diyarbakır eğer yenilmiş olsaydı üzerinde bu kadar konuşulan bir şehir olmazdı. Diyarbakır'da sonradan bir kimlik yaratamazsınız ama Diyarbakır sizde bir kimliğe dönüşür. Diyarbakır'ın kendine has bir kimliği vardır. Sizi dışarıdan içine alır. Sizi dönüştürür. İstenmeyeni kusar. O yüzden şehirde yaşayan insanlarla arasında böyle garip bir bağ vardır. O yüzden bugüne kadar kendisinden başka bir şeye dönüşmedi.

 

Romanınıza;“Büyük devletlerin büyük arşivleri, büyük yalnızlıkları olur.” Diye başlıyorsunuz. Niçin böyle bir cümleyle başladınız?

Kitabı yazarken araştırmalarımda; arşiv, belge, hafıza çok dikkatimi çekti. Tarihte unutulmaması gereken birçok olay, konu, tema, edebiyat insana sonradan kendini hatırlatır. Bu yüzden bizim bir hafıza. Bir bellek ve yüzleşme sorunumuz var. Yanı başımızda o kadar çok şey gelişiyor ama kayıt altına almıyoruz. Yani bir bellek yaratılmıyor. Kendimize ait tarihsel bir belleğin peşine düşeye kalktığımızda, elimizde hiçbir şey yok. Kendinize ve kendi tarihinize ait bir şeyler yazmayınca, konuşmayınca birileri sizin adınıza, sizin tarihinizi başka türlü yazmaya başlıyor. Aksini iddia edebilme şansınız kalmıyor.

 

Geçmişle ilgili çok az belgenin olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 Kürtlerin sözü geleneğinin bunda payı çoktur. Her şeyi hemen hemen her şeyi günümüze kadar dengbejlerin dili ile nakletmiştir. Hâlbuki tarih dediğiniz şey bundan daha fazlasıdır. Yani anlatılan bir Dım Dım Kalesi Destanından, Zembilfroş’dan çok daha fazlasıdır. Kürtlerin yaşadığı coğrafyada kayıt altına alınabilecek, yazılı metne dönüştürülecek şeyler sadece bu kadar mıydı? Yazıyı 4.000 yıl önce Sümerler buluyorlar. Garip bir şekilde yaşadıkları birçok şeyi kayıt altına alma gereği duymamışlar.

9786051850214-001.png

DİJİTALE UYUM SAĞLAMAYAN GELECEKTE BELLEKSİZ KALACAKTIR

 

Teknolojik gelişmeleri de dikkate aldığımızda gelecekte kayıt ve bellek sorunu nasıl olacak?

Bugün dijital gelişim bilgiyi bir cebe indirilecek kadar küçüldü. Kendi dijital bankasını oluşturamayan, kendi dijital cebini oluşturamayan bütün ülkeler belleksiz kalacaklardır. Eskiden kâğıt kalem kullanılıyordu, bir derinin üzerine kayıt alıyorlardı. Şimdi bunların yerini, dijital araçlar almaya başladı. Fakat bugün de bu belleksizlik var. Çünkü yazmıyoruz. Birileri bizim adımıza yazıyor. Kendi kahramanlık destanlarına dönüştürerek yazıyor. Sahaflara en çok tarihçiler gelir gider. Neden, çünkü aradıkları şey doğru bilgidir. Aslında bu kadar bilginin yozlaştığı ve her şeyin insanların elinden kayıp gittiği bir yerde belleksizlik kalırsan; senin hikâyen yazanların hikâyesine dönüşür. O zaman unutanların hikâyesi olur.

 Diyarbakır’ı anlatırken kendisi erimiyor ama geleni eritiyor diyorsun; onu bu kadar güçlü kılan, ayakta tutan nedir?

Şimdi Diyarbakır’da 75 dediğimiz bir bölge var. Ne kadar modern bir şehir diye gezilen buralar aslında; Diyarbakır değildir. Burası; Elazığdır, Konyadır veya Trabzon’dur.

Diyarbakır; Surlardır, Surun içindeki Diyarbakır Evleridir, keçeleridir, kiliselerdir, camilerdir. Diyarbakır'ın kendi kültürüne has olan mimarisi Diyarbakır'ın kimliğidir. Eriten odur. Sizi dönüştüren o Diyarbakır’dır, burası değildir. Burası betondur. Ömrü sınırlı olan, üstelik estetikten yoksun, doğal yapıyla uyumlu olmayan beton bir bellek oluşabilir mi?

 

Diyarbakır’ın kimliği ve hafıza üzerine yaptığımız bu keyifli sohbet için çok teşekkür ediyorum.

Ben de size teşekkür ediyorum.

 

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum