GÖRMEK VE DUYMAK İSTEMESENİZ DE GERÇEK PEŞİNİZİ BIRAKMIYOR

GÖRMEK VE DUYMAK İSTEMESENİZ DE  GERÇEK PEŞİNİZİ BIRAKMIYOR
Gazeteci, yazar ve aktivist Nurcan Baysal ile son kitabı “O sesler: Şehrin Kalbi Sur’da Atıyor" kitabı ve aldığı ödül üzerine söyleşi gerçekleştirdik.

 

Gazeteci, yazar ve aktivist Nurcan Baysal ile son kitabı “O sesler: Şehrin Kalbi Sur’da Atıyor" kitabı ve aldığı ödül üzerine söyleşi gerçekleştirdik.

Diyarbakır'ın Sur İlçesi'nde 100 gün süren sokağa çıkma yasağı ve çatışmalı ortam süresince yaşananları kişilerin tanıklıklarıyla aktaran Baysal’a, İrlandalı insan hakları kuruluşu Front Line Defenders, 2018 Risk Altındaki İnsan Hakları Savunucuları Küresel Ödülü'nü verdi. Baysal, ödülünü geçtiğimiz Mayıs ayında, Dublin Belediye Binası'nda düzenlenen törenle, BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Yardımcısı Kate Gilmore’den aldı. Tigris Haber Gazetesi olarak biz de siz değerli okuyucular adına gerçekleştirdiğimiz söyleşiyi sunuyoruz.

 

 

 

Son dönemde, çalışma ve faaliyetlerinizin yoğunlaştığı görülüyor. ‘ O Sesler: Şehrin Kalbi Sur’da Atıyor’ kitabınız okuyucularla buluştu. Bu arada; 2018 Risk Altındaki İnsan Hakları Savunucuları Küresel Ödülü verildi. Davetli olarak Avrupa’ya gittiniz. Avrupa’da da birçok şehirde kimi etkinliklere katıldınız. Öncelikle çalışma ve başarılarınızın devamını diliyor ve tebrik ediyoruz. Sormak istediğim soru: Aldığınız ödül sonrası ne gibi tepkiler aldınız ve hangi etkinlik, çaba ve faaliyetlerinizden dolayı bu ödüle layık görüldünüz? Avrupa’da nasıl karşılandınız?

2015 Temmuz ayından itibaren bölgede çatışmalar tekrar başladıktan sonra yoğun olarak bölgedeki insan hakları ihlallerine ve savaş suçlarına ilişkin yazılar yazıyorum. Hak ihlallerini yoğun olarak yazdığım için bu hak ihlallerine uğrayan insanların hikâyelerini yazıyorum. Sadece Kürtlerin de değil, Asurîlerden Ezidilere kadar söz konusu hak ihlallerini yazdığım için bu ödüle hak aday gösterildiğimi bundan 6 ay önceden biliyordum. Bu ödül de risk altındaki insan hakları savunucularına veriliyor. Yani bu ödül için yaklaşık bir yıllık bir değerlendirme süreci var ve bu ödül insan hakları alanında dünyadaki en önemli insan hakları ödüllerden biridir. Benim uzun yıllardır insan hakları ihlallerini görünür kılmam ve sadece bunu yazıyor olmamda değil aynı zamanda bu ihlallerin son bulması, durdurulması için bölgedeki diğer insan hakları kuruluşlarıyla birlikte çabalayan insanlardan da biriyim. Yerde cenazeler varken bunları kaldırmaya çalışan. Şehir bombalanırken, insanlara ulaşmaya, dayanışmaya çalışan insanların bir parçasıyım. Yani, hakları ihlal edilen insanlarla dayanışmaya çalışan grubun ben de bir parçasıyım. Ödülün bana verilmesinin ana nedeni benim insan haklarına verdiğim katkıdan dolayıdır. Ödüle aday olduğumu altı ay önce öğrendim. Afrin operasyonundan sonra bir gözaltı sürecim oldu. Dava açıldı. Bundan dolayı istenen ceza talebi var. Cizre’deki savaş suçlarına ilişkin bir olaydan dolayı yazdığım yazıdan dolayı on aylık bir hapis cezası aldım. Fakat şu an ceza ertelendi.

Bu ödül insan hakları ihlallerini görünür kılmak için vermiş olduğum çabadan dolayı verilmiş bir ödül. B u ödül, İrlanda’da Front Line Defenders yani en önde mücadele eden insanlara verilen bir ödüldür ve ödülü veren kuruluşun da merkezi İrlanda’da olan bir kuruluştur. Tabii bu kuruluş aynı zamanda Birleşmiş Milletlerle birlikte çalışan bir kuruluştur. Ödül de BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri tarafından verildi. Politikacıların, edebiyatçıların ve insan hakları konusunda mücadele eden aktivistlerin ve kurumların katıldığı belediye binasında yapılan bir törende ödül verildi. Orada birçok televizyon ve radyo programına da katıldım. Gazetelerle röportaj yaptım. Yine, Kürt sorununa ilişkin, Türkiye’deki insan hak ve ihlallerini anlatmaya dönük olarak gazetelere röportajlar verdim. Dublin’den sonra Londra’ya geçtim ve İngiltere parlamentosunda bir konuşma yaptım. İlk günkü konuşmam bölge sorunları üzerine bir paneldi. İkinci gün de İngiltere Parlamentosunda; bölgedeki insan hakları ihlallerine yönelik olarak konuştum. Bölgedeki hak ihlallerinin nasıl azaltılabileceğine dönük insan hakları kuruluşlarıyla çeşitli görüşmeler yaptık. Bir haftadır da buradayım ama Salı gününden itibaren tekrar; Bürüksel ve Paris’e gideceğim. Orada da aynı şekilde Avrupa Parlamentosunda konuşmalarım olacak. Yine, oradaki insan hakları kuruluşlarıyla görüşmelerim olacak. Bir süre böyle devam ettikten sonra belki Eylül ayında Türkiye’de bir tören yapılabilir. Bu ve benzeri ödülleri ve statüleri; İnsan hakları savunucularına, risk altında gördükleri insanlara vererek onları korumayı amaçlamaktadırlar.

Türkiye’de bu tören nerede yapılacak kimler organize edecek?

Henüz belli değil ama muhtemelen Ankara’da uluslar arası bir kurum ya da elçilikte yapılacak. Seçimlerden dolayı töreni Eylül ayına almayı uygun bulduk.

Türkiye dışarıdan nasıl görünüyor?

Çok vahim! Herkes her şeyin farkında. Özellikle seçimler için çok endişeli görünüyor insanlar. Yani, Türkiye’deki insan hakları ihlalleri gayet net bir şekilde biliniyor. İçerideki vahamet dışarıdan da açık bir şekilde biliniyor. Gözlemci göndereceklerini söylüyorlardı. İçerdeki vahamet dışarıdan biliniyor.

Şunu da sormak istiyorum Sur UNESCO tarafından tarihi kentler kategorisine ve korunma altına alındı. Sur’da yaşananlarla ilgili, özellikle tarihi yapıların zarar görmesi noktasında UNESCO’nun sessiz kaldığı yönünde eleştiri ve çağrılar, yoğunca yapıldı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Kitabınızda yazdığınız Sur’un sesi aynı zamanda insanların sesi değil mi?.

Uluslar arası örgütler açıkçası bu tarz olaylarda öyle çok da bağımsız karar alamıyorlar. Yani, devletlerin görüşleri bu örgütler içinde çok güçlü. UNESCO’yu birçok STK kınadı ve hala da Sur’da yaşananlarla ilgili net bir tavır alabilmiş değil. Aslında sadece UNESCO da değil birçok uluslar arası örgüt burada yanşanan şiddete, dehşete kayıtsız kaldı. O yüzden ben tam da İrlanda’da yaptığım konuşmada bunu vurguladım. Burada yaşanan vahşete sağır edici bir kayırsızlık var! Bu kayıtsızlık hem zalim iktidarların dostu hem de kötülüğün arkadaşıdır. Yaşanan vahşete gözünüzü kapadığınızda kötülükle arkadaşlık etmiş oluyorsunuz. Bu durum bireyler içinde geçerli.

 

Anlamakta güçlük çekiyoruz.

Ben daha önce BM’de çalıştım. Bu kuruluşlar ne kadar bağımsız gibi görülse de devletlerin kararı dışına çıkamazlar. Güvenlik Konseyi veya BM’lerdeki kararlar devletlerin oylarıyla alınıyor.

Kendileri bir ölçü getiriyorlar ve bunu herkesi bağlayacak kararlar olarak ilan ediyorlar. Karar uluslar arası oluyor ama iş uygulanmaya geldiği zaman devletlerin politikaları bu kararların önüne geçiyor.

İnsanlık uzun zamandır mücadele ediyor ve bu mücadele hep devam edecektir. Buna bir mücadele süreci olarak bakmak gerekir. Sur platformundaki arkadaşlar onlarca kez UNESCO’ya mektuplar yolladılar ama UNESCO bir türlü harekete geçmedi, çünkü oralarda asıl etkili olan devletlerdir ve her şey onların kararıyla oluyor.

Herhangi bir Avrupa ülkesinde tarihi eserlere dönük en küçük bir zarar verildiğinde neredeyse bütün hükümetler ayağa kalkıyor. Korkunç bir sahiplenme ve koruma refleksi geliştiriliyor. Ama Ortadoğu’da; Irakta, Suriye’de çok daha eski ve tarihin birçok karanlık noktasına ışık tutacak olan eserlerin gizemi dahi henüz çözülmemişken, bunların tahrip edilmesine sessiz ve seyirci kalınmasını; onların ortaya koyduğu kendi değerleriyle hiçbir şekilde örtüştüremiyoruz değil mi?

Bu tavırları ya da tavırsızlıkları da bir tercih meselesidir. Yaklaşımlarında çifte standart var. Yani, kimsenin önceliği Türkiye değil, herkes kendi derdiyle meşgul. Avrupa’daki ülkelerin çoğunun önceliği mülteciler, kendi iç sorunları, yükselen ırkçılık, işsizlik vs. Türkiye sadece onlar için dışarıdaki sorunlardan bir tanesi.

Sur’a ilişkin yazdığınız ‘O sesler’ kitabı Avrupa’da nasıl yankı buldu?

Bu kitap geçen yıl Eylül ayında İngilizce olarak basıldı. Türkçesini ise bastırmak çok kolay olmadı ve yeni basıldı. Berlin ve Frankfurt edebiyat kitap fuarına katılmıştım. ‘O sesler’ aslında iki şeyi anlatıyor. O sesler hem yaşanan bombardımanların sesini; hem de Diyarbakırlıların sesini. O Ses’de Diyarbakırlılar konuşuyor. 13 Diyarbakırlı ile yaptığım röportajı bir hikâyenin içine koydum. Öğretmen, imam, doktor, hemşire, iş insanı, avukat, ev hanımından oluşan kişiler. Yani, hem Sur içindekiler hem de Sur dışındakiler konuştular. O sesler aynı zamanda bu insanların sesidir. Ben şuna inanıyorum; biz kendi içimizde bile Diyarbakır’da birbirimizi yeterince iyi duymadık. Sur’un içindekilere sesimizin ne kadar ulaştığından emin değilim. Evet, Sur’un dışında da bir mücadele vardı ve insanlar Sur’a girmeye çalıştılar ama giremediler. Ama o dönem algılar çok hâkim oldu. Özellikle medyanın yaratmak istediği algı Kürtler üzerinde de hâkim oldu. Biz insanlardan şunu çok duyduk; ‘Sur yanarken, insanlar Diclekent’te kahve içiyor’. Gibi şeyler çok söylendi. Ama aslında Diclekent’te insanların kahve içmesi onların duyarsız olduğu anlamına da gelmiyor. İşte bu kitap tüm bunları anlatıyor. Diclekent’ten, Dicle Vadisinden, Kayapınar’dan insanların yüz günlük bombardıman sürecinde neler yaşadığını anlatıyor. Bir an işte o ses geliyor. İnsanlar bu bombardıman karşısında bir gün, iki gün yemek yemiyor; ama üncü gün çocuğuna yemek yapmak zorunda kalıyorsun. Hayat devam ediyor ve aslında insanlar o utançla yaşamaya devam ediyor. Bombardıman altında birilerinin öldüğünü bilirken, hem hiçbir şey yapamamak hem de hayata devam etmek zorunda kalıyorsun. Bu durumda hayata devam etmek, insanlar üzerinde korkunç bir utanç duygusu yaratıyor. Bu yüzden de tam da bu algıları kırmak için bu kitabı yazma ihtiyacı hissettim. Biz savaş sırasında gördüğümüz şey doğru olmayabilir. Bir örnek vereyim; Dicle vadide röportaj yaptığım; Sur manzaralı bir villada oturan zengin bir kadın var ve Sur’daki her bombardımanda küçük oğlu yemek masasının altına saklanıyor. Çocuk her bombardımanda ‘anne öldüm’ diyor. Bir müddet sonra çocuk masanın altından çıkmıyor ve masanın altına yatak yapmak zorunda kalıyorlar. Sonra doktorla konuşuyorlar ve doktor çocuğun okula devam etmesini ve sinemaya götürülerek yaşamla bir bağ kurabileceğini aileye öneriyor. O kadın bir gün ban şunu anlattı; ‘oğlumu sinemaya götürürken şunu düşündüm, şimdi insanlar Sur’da ölürken ben sinemada mıyım?’ Şimdi bizim dışarıdan gördüğümüz; çocuğuyla sinemada eğlenen bir anne. Ama gerçek öyle mi? Gördüğümüz insanlar sinemada eğleniyorlar ama; göremediğimiz, o kadının travmadan kurtarmak için çocuğunu sinemaya götürüyor olmasıdır. Yani, bütün bu şablonlar, aşağılamalar, yüceltmeler vs. gerçeği olduğu gibi açıklamaya yetmiyor. Nerede oturursa otursun, nerede yaşarsa yaşasın. O sesler tarifi zor ve imkânsız seslerdi.

O korkunç seslerin içinde her şey var. Ölüm vardı. Yıkım vardı. Çünkü o seslerle uyanıyor. Bunu söyleyen bir kuyumcu çok güzel tarif etti. Bana kuyumculukta toz almanın çok önemli olduğunu anlattı. Altının tozunu alırken “Bu toz yıkımın tozu” diyor. Herkesin, bütün esnafın nasıl etkilendiğini anlatıyor. Bu şehirdeki bombardıman sürecinde etkilenmeyen hiç kimsenin olduğunu sanmıyorum. Herkesin bu dehşetten nasıl etkilendiğini fark edince bunu kitaba dönüştürüp, basmak önemli oldu.

Mesala imamlar toplanıyorlar, Sur’a gitmeye karar veriyorlar. O günlerde camilerde neler konuşuluyordu. Bir iş adamıyla konuştum. O dönemde çatışmalar dursun diye verdiği mücadeleyi anlattı. Dicle vadide oturan bir avukat var; mesala o dönem ne anlatılıyordu. Sur bombalanıyor ama onlar villalarında oturuyorlar. Kalıplaşmış yaklaşımlar. Dicle vadide oturan o avukat, insan hakları avukatı ve her gün onlarla birlikte. Hayat siyah ya da beyaz değil aslında yaşam gri. O gri alanlara bakıp insanlara yaşamın farklı yüzlerini tekrar hatırlatmak istedim. Çünkü travmaya bütün toplum maruz kaldı. Çok ağır bir süreç yaşandı. Kaba değerlendirmelerle olayın halk üzerinde yarattığı sonuçlar tam anlaşılamaz. İnsanların birbirini anlaması gerekir.

Bir Sur içinde yaşayanlar var, bir de Sur’un dışında yaşayanlar var. Bunlarında canı gidiyor. Ama Sur’da yaşayanların hem malı hem canı, kısacası yıllardır biriktirip derme çatma yaptığı ev, deden kalma yerleri, bahçeleri, avluları, kuçeleri, hatıraları kısacası onu hayata ve geçmişe bağlayan her şey bombardıman altında yok olurken duyma ve hissetmede farklılıklar olabilir.

Düzeyi farklı ama Dicle vadide konuştuğum kadın, onlar kaldığı Sur’dan çıkınca ölüyorlar ama bende eve gelecek mi diye oğlumun, eşimin endişesini yaşıyorum diyor. Yani, aslında insanların bir dolu kimliği var ve yaşam gridir. Ben bu kitapla insanlara yaşamın bu griliğini hatırlatmak istedim. Tabii bu dehşeti Sur’un içindeki farklı dışındaki farklı yaşıyor ama o bombardımanın sesi herkesi kesiyor. Sur’un içinde insanlar ölüyor ama Sur’un dışında da insanlık ölüyor, insanlar bir şey yapamamanın çaresizliği içinde değersizleşiyor. Konuştuğum bir kadın bunu şöyle tanımlamıştı; ‘kendimi böcek gibi görüyorum’. Sur bir şehrin göbeği ve orada bir tarih yıkılıyordu. Bugün Sur’da yeni bir tarih yazmak istiyorlar ama içinde Ermeniler, Süryaniler, Kürtler yok. Sur’da bir hafıza silinmek isteniyor. Mesela Roboski anıtı ve birçok heykel kaldırıldı; artık oradan geçen çocuklar bunu göremeyecek ve Roboski’de yaşananlar hafızlardan silinsin isteniyor. Yani, hesaplar geleceğe yönelik olarak yapılıyor. Ben tam da bunun için yazdım, hafızlardan silinmek isteneni hatırlatmak için. Yani, hem birbirimizi duymak için hem de gelecek için yazıyorum.

Sur’da yaşananlar toplumda bir travma yarattı; ama bu kent bu travmayı ne kadar atlatabildi?

Ben bu travmanın atlatılabildiğini düşünmüyorum. Tabii ki hayat devam ediyor, insanlar evlerini yeniden inşa ediyor. Sur’da kafeler açılıyor ve ben bunları olumlu buluyorum, çünkü hayata tutunmak lazım. Ben Kürtlerin her dönem yeniden bir yaşam kurma azmine hayranım. Uzun yıllar boşaltılmış köylerde de çalıştım ve her yıkımdan sonra tekrar tekrar evlerini kuruyorlardı. Zaten bu direniş olmasaydı, Kürtler bugüne kalmazdı. Tabi tüm bunlar yine de bu travmayı atlattığımız anlamına gelmiyor. Çünkü hala daha Sur’da yaşananları oturup konuşamadık ve hala birçok şey bir soru işareti olarak kaldı. Bence Sur’da bir şey yapamamanın utancı uzun yıllar devam edecek. Tabii ki bu utanç bizim değil, bu zulmü yapanların. Bu algıyı kırmak için bu kitabı yazdım. Evet, bu şehir bugün sessiz akıyor ama gün gelecek gürül gürül akacak. Karamsarlığa gerek yok, her zaman umudu yeşertmek lazım.

Yeni ödül ve eserlerinizi bekleriz. Bize zaman ayırdığınız için teşekkür eder, başarılarınızın devamını dileriz.

Bende size duyarlılığınızdan dolayı teşekkür eder, yayın hayatınızda başarılar dilerim.

 

 

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.