Murat Bozkurt

Murat Bozkurt

BUNLAR PEZEVENKLER,CELLATLAR ve ENGEREKLERDİR? BUNLARI TANI DA BÜYÜ, AHMET ARİF’İM!

BUNLAR PEZEVENKLER,CELLATLAR ve ENGEREKLERDİR? BUNLARI TANI DA BÜYÜ, AHMET ARİF’İM!

“Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır,
Bunlar, aşımıza, ekmeğimize göz koyanlardır.
Tanı bunları, tanı da büyü,
Adiloş bebem…”
Ahmet Arif

Bunlar, Stockholm sendromu damlarında çürümüş
aciz domateslerdir.
Bunlar; cellatlardır!
YÜZÜNE YÜZÜNE TÜKÜR!

Bunları geceyi süsleyip gündüz diye bize satıp
koynumuza sokan patlıcan burunlu cadılardır.

“Ayna ayna söyle bana tarihi ve geçmişi en temiz en güzel en yakışıklı olan kim?”

Ayna:
“Geçmişi, tarihi en temiz olan sensin;
onlar Stockholm sendromuna yakalanmış hastalar,
zavallılar ve cellatlarına âşık olmuşlar.”

Hahhahhahhahahah…


Gündüzü kovalıyorum;
gündüz geceyi…
Zaman çorak bir avluda topaç gibi dönüyor;
insanlık henüz hangi çağın
hangi yalanına uyandığını bilmiyor.

Aslan av olduğunu bilmeden avcı kesiliyor;
ceylan evrimin gümüş nabzında dua ediyor.
Herkes birbirini kovalıyor:
sebebi bilinmez bir gölge yarışı.

Kaçan kovalanıyor,
kovalayan kova oluyor;
kova düşlere takılıyor,
düşlerin paraşütü bulutlarda açılıyor.
Sonra herkes mutsuz…
Bir mutsuzluk oyunu.
Her yanım paramparça bir palyaço!

Gece düşünüyor uzun uzun:
“Ben kimi kovalıyorum?”

Sokrates’in ayak sesleri gibi
bir tavşan bir de Farabi kaçıyor içimden;
Platon elinde sazı bir tazı tutuyor dışımdan.
Kuşlar kedilerle kardeşlik türküleri söylüyor.
Her yer gri, sisli;
çakallar kurtlarla güvercinin kardeşliğine pusu kurmuş.

Geceyi kovalayan tazı bendim;
tavşan sendin;
yalnızlığın uçurumuna karşı karşıya salınmış iki nefes.

Ve bir tezahürat:
“Şampiyon Fenerbahçe…”
Onu da ben yapıyordum.
Şerefli, şerefsiz ikincilikler vardı bir de.

Birden patladı:
bonom…

İnsanlık kaçıyordu;
trenler ardı sıra koşuyor,
vagon vagon karaktersizlik
raylarda birbirine yanaşıyordu.

Ben + sen = iç içe geçmiş bir yalnızlığın karekökü.

Sen topaç çeviriyordun;
ben seni çeviriyordum.
Zaman çember olup daralıyor
maviye açılıyordu.

Henüz ekmeğe “papa”, memeye “mu” dediğin
o masum Ahmet Hamdi zamanlarıydı.

Tarlabaşı’nın tarlalarında
bebeler Müjgan diye cirit atıyor;
saat 25’i gösteriyordu.

Bu şehir bir güne yetmiyor,
gün kendine bir saat daha ekliyordu.

Sokaklar rengârenkti;
solaklar siyah-beyazdı;
salaklar hep tek renk.
Ama siyah-beyaz kardeşliği
Küçük Prens’e ağır geliyordu hep…

Çarşı, bütün halkların kardeşliğine düşman olanlara karşıydı.

Gezi henüz Gezi değildi;
ekmek taşıyan çocuklar henüz vuruşmamıştı.

Taksim Okmeydanı’na bakıyor;
Okmeydanı kalbime.

Canlı yayınlar ahlaksızlığı kusuyor;
canlı bir bomba patlıyor,
tüm insanlığımı kana buluyordu.

Jaws’lar meydanlarda dolaşıyordu;
doğa tarumar oluyordu.

Kelek zamanlardı;
kederi çok, neşesi yok.

Daldım Tarlabaşı’nın
cicimli-bacımlı sokaklarına.
Mem gibi bir kör kuyuydu;
Zin duymuyordu beni.

Köşe başında Leyla:
“Ben artık bu işi yapıyorum” diyordu.

Bir alt katta Mecnun sakız çiğner gibi ilaç satıyordu.

Az ötede Gregor Samsa’lar dans ediyordu.
İnsanken görmemişlerdi onları;
böcekken de görmüyorlardı.

Yürüyordum; ışıklar da benimle yürüyordu.
Sarhoş gibiydiler;
başları dönüyor, gözleri kayıyordu.

Biri bana seslendi.
“Işık olur da konuşmaz mı?” dedim içimden;
meğer konuşurmuş.
Aydınlık…

Sokağın ortasında
avuçlarını göğe açmış
beyaz takım elbiseli bir adamla
selamlaştım.

O kadar kibar, o kadar temizdi ki;
insanın kendini binbir kuyuya bırakılası geliyordu.

“Abim ne iş yapıyorsun?” diye sordum.

“Pezevenklik.”

Şaşırdım:
“Estağfurullah…”

“Ne estağfurullahı lan?
Bildiğin pezevengim işte.”

Gerçeklik çırılçıplak karşımdaydı;
terlemiş bir ten gibi sıcak,
nefes alan bir beden gibiydi.

Kral çıplaktı.
Ve ben bunu bir pezevengten öğreniyordum
yalancı tarihçilerden,
Pinokyo burunlu siyasetçilerden değil.

Şehir binlerce pezevengle doluydu;
ama hiçbiri “pezevengim” diyemeyecek kadar
egosu itleşmiş kalabalıklardı.


Bulvar meyhaneleri pezevenglik dansı yapıyordu.

Doğayı kirleten,
kadına şiddeti reva gören,
çocuğa tacizde bulunan kim varsa,
hepsi oydu, onlardı.

Bunlar gerçek pezevengler;
bunlar engerekler;
bunlar çıyanlardır.

Hatta bunlar, Stockholm sendromunu
bir millete giydiren cellatlardır.

Tanı bunları şairim;
tanı da büyü, Ahmet Arif’im.


“Bunlar, aşımıza, ekmeğimize
göz koyanlardır.
Tanı bunları;
tanı da büyü,
Adiloş bebem…”


Ve ey halkım/ Ahmet Arif’im! Yüreğime dokun, yüreğim 33 kurşun ve çok acıyor?

Ve şimdi biliyorum, Ahmet Arif’im:
Tarih; celladı affedenlerin değil,
celladının yüzüne tükürenlerin omuzlarında yürür.

Dünya, Dört tarafı açık Stockholm zindanlarında çürüyenlerin değil;
ana dilini, ekmeğini, güneşini savunanların alın teriyle döner.

Benim halkımın alnı beyaz
onların alnı kurşun yarası gibi siyah?

Benim halkımın sesi aydınlıktır, haktır;
onların sesi çakallığın karanlığın ıslığıdır.

Ve ben biliyorum:
Bir gün bu şehirde topaçlar yeniden dönecek,
zaman yeniden yeniden maviye açılacak gülüşlerinden.

Çünkü her çağın sonunda
bir ses yükselir karanlıktan:

“Tanı bunları.
Tanı da büyü.”
Ey benim çocuk yüreğim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Murat Bozkurt Arşivi
SON YAZILAR