*Aidiyetin Çöküşü ve Kentin Sessiz İhaneti*
Kent, yalnızca taş ve betondan ibaret bir yapı değil, aynı zamanda bir anlam üretimidir. İnsan kenti kurarken, aslında kendini kurar. Zira kent, bireyin toplumsal varoluşunu mekânsal olarak somutladığı bir zemindir. Bu zemin, aidiyetle derinleşir; kimlik, yönelim ve sorumluluk duygusu burada şekillenir. Ancak her aidiyet, karşılıklılık ilkesine dayanır. Eğer kent, kendisine yöneltilen iyi niyeti, emeği ve düşünsel katkıyı görmezden gelmeye başlarsa; orada sadece fiziksel bir yabancılaşma değil, aynı zamanda etik ve ontolojik bir kopuş yaşanır.
Modern kentler, neoliberal rasyonaliteyle birlikte giderek daha fazla teknikleşmiş, katılaşmış ve duygusuzlaşmıştır. Artık hakikat değil, konformizm; liyakat değil, sadakat; düşünce değil, itaattir makbul olan. Kent, kendi öznelik üretim biçimlerini yok ederek bir tür kurumsal oto-immün sisteme dönüşmektedir: Kendini savunmaya çalışırken, kendi anlam taşıyıcılarını yok eden bir yapıya.
Bu bağlamda kent, çoğu zaman kendi evlatlarını dışlayan bir düzene evrilebilir. Düşüneni, eleştireni, sorgulayanı; yani kente gerçekten ait olmak isteyenleri. Bu dışlama, açık bir şiddet biçiminde olmayabilir; daha çok, görünmez bir kayıtsızlık, sistematik bir yok sayma olarak tezahür eder. Ve bu durum, kent ile birey arasındaki bağın sessiz ama derin bir şekilde çözülmesine yol açar.
Birey en çok ne zaman tükenir? Mücadele ederken değil, mücadele ettiği yapının artık dönüştürülemeyeceğini fark ettiğinde. Çabalarının sonuçsuzluğunu, sözlerinin yankısızlığını, emeğinin karşılıksızlığını gördüğünde. Böyle bir durumda mücadele artık etik bir direniş değil, trajik bir tekrar halini alır. Ve en sonunda, birey anlamın geri çekildiği bir düzlemde kendini anlamsızlıkla karşı karşıya bulur.
Bu, yalnızca bir bireyin hayal kırıklığı değil; aynı zamanda bir kentin kendi geleceğini inkârıdır. Çünkü kent, hakikati taşıyan sesleri susturdukça, kendi vicdanından ve potansiyelinden uzaklaşır. Ve bu uzaklaşma, geri dönülmesi güç bir çoraklaşma sürecidir. Zira düşüncenin dışlandığı, emeğin değersizleştirildiği, aidiyetin cezalandırıldığı bir yerde, artık yalnızca yıkım sessizliği hüküm sürer.
Geriye kalan ise suskunluk olur. Fakat bu suskunluk, edilgen bir kabulleniş değil, etik bir mesafe koyuş, bir içsel çekilmedir. Bu noktada kent, sadece mekân olmaktan çıkar; bir anlam krizi, bir vicdan yitimidir artık.
Sonuç olarak, kentler kendi evlatlarına kapılarını kapattığında, yalnız onları değil, kendi geleceğini de dışlamış olur. Ve her dışlama, yeni bir yok oluşun habercisidir. Kentin susturduğu sesler bir gün geri dönebilir; fakat o sesleri duyamayacak kadar körelmiş bir vicdanla değil.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.