Aydınlar ve askerler
(“Ah! Bilginler, Bilginler!”)
Konumuz, iki zıt kutupta yer alan insanlar: Biri sivil, diğeri üniformalıdır.
Biri, var olanın sınırlarını değiştirmeye çalışırken; diğeri, var olanı yasalar ve silahla korumaya çalışır.
Biri barış yanlısıdır; diğeri ise varlığını savaşa borçludur.
Biri ilham, diğeri emir bekler.
Birini diri tutan hayal ve meraktır, diğerini eğitimdir.
Biri zamanının çoğunu okuyarak, araştırarak, masabaşında yazarak, çizerek veya önseziyle gözlem yapıp laboratuvarda geçirirken; diğeri eğitimde, sahada ve savaş meydanlarında bulunur.
Biri için meslek aydınlanmak ve aydınlatmaktır; diğeri içinse baştan sona yaptığı işin kendisi, tek yönlü bir meslektir.
Biri makam, etiket ya da kariyer peşinde değildir; diğeri için kariyer, şan, şöhret ve disiplin tepeden tırnağa olmazsa olmazdır.
Biri demokratik disiplinden yana; diğeri katı, merkeziyetçi disiplinden yanadır.
Birinin zihni sürekli yeni fikirlerle meşguldür; diğerinin yaptığı ise çoğu zaman rutin tekrarın ötesine geçmez.
Biri sanat, estetik, mimarlık, edebiyat, felsefe, matematik, fizik, biyoloji, kimya, mühendislik ve tıp gibi alanlarla ilgilenir; diğeri ise savaş doktrinleri ve maneviyatla. Daha açık ifade etmek gerekirse: Biri akılcıdır; diğeri ise tekrarcı ve nakilcidir.
Biri var olanla yetinmez, onu geliştirir ve var olana yeni değerler ekler; diğeri ise var olanı kutsar ve korumayı görev edinir.
Biri akıl ve düşünceyle, etrafa ışık saçan bir fener gibidir; diğeri ise bedensel güçle ve ötekinin ürettiği silahlarla varlığını sürdürür.
Aslında birbirlerinden pek haz etmeseler de bir arada var olmak zorundadırlar. Biri düzen ve disiplinin, diğeri ise özgürlüğün temsilcisidir. Genellikle askerî taraf sıkıştığında, çoğu zaman aydının yaratıcılığına ve fikirlerine ihtiyaç duyar. (“Alan Turing, 1912 ve 1954 yılları arasında yaşamış İngiliz matematikçi, bilgisayar bilimcisi ve kriptolog. Yapay Zeka’nın babası olarak adlandırılan Turing, ikinci dünya savaşı sırasında alman iletişim şifrelerinin kırılmasında önemli bir rol oynadığı için günümüz İngiltere’sinde savaş kahramanı ünvanına sahiptir.” Enigma filmini izleyebilirsiniz.”)
Biri katı devletçidir; sembollere ve liderlere büyük önem verir, hatta varlığını bunlara bağlar. Diğerinin ise liderlerle ve sembollerle fazla işi olmaz; çoğu zaman bunlara mesafelidir.
Biri insanlığa, doğaya ve kendi toplumuna hümanist değerlerle yaklaşır; diğeri ise bu kavramlarla doğrudan bir bağ kurmayabilir. Gerekirse (örneğin Türkiye’de 1960, 1970 ve 1980 askeri darbelerinde; Avrupa’da Hitler, Mussolini ve Franco gibi militarist/faşist yönetimlerde; Latin Amerika’da Arjantin ve Şili’deki faşist darbe rejimlerinde olduğu gibi) kendi halkına karşı acımasız katiller olabilir.
Cehalet birinin düşmanıdır; diğerinin ise zaman zaman beslendiği kaynaktır. Fethullah Gülen gibi ilkokul mezunu olmayan bir imamın peşinden giden yüzlerce general ve binlerce alt kademeden asker örneği bu durumu açıklamak için yeterlidir diye düşünüyorum.
Para, mal, mülk ve dünya nimetleri bir taraf için önemli değilken; diğer taraf için kimi zaman varlık nedeni olacak kadar önemlidir.
Biri aklını asla kiraya vermez; diğeri ise sınırlandırılmış aklını örgütlerin ya da liderlerin emrine kolayca verebilir.
Katı ideolojileri savunan; devletleri, liderleri ve önderleri sorgusuzca yücelten; bu doğrultuda yazan ve konuşan keşiler aslında aydın değil, devletin ya da bağlı olduğu ideolojinin/önderin silahsız askeridir.
Bu durumu kabul etmeyen aydınların akıbeti, bizde yüzyıllık Cumhuriyet döneminde; yakın tarihte Sovyetler’de (1930–1953 arasında Gulag kamplarından geçen yaklaşık 14 milyon kişiden 1,5–1,7 milyonunun kamplarda ya da kısa süre sonra öldüğü) ve Çin’deki Kültür Devrimi’nde (Kızıl Muhafızların tarihi eserleri, kültürel ve dini alanları yok ederken yaklaşık 1,2 milyon insanı öldürdüğü) örneklerinde açıkça görülmüştür.
Askerler çoğu zaman siyasetle iç içeyken ve zaman zaman siyasete müdahil olurken, aydınlar siyasetten fazla hoşlanmaz; özgürlüğü ve gerçek demokrasiyi savunmayı kendine görev edinir.
Listeyi uzatmak elbette mümkündür; ama sanırım yeterlidir. Durum ortada: Biri ne kadar aksa, diğeri o kadar karadır. Ancak demir bir paranın yazı–turası gibi, her iki kesimle birlikte yaşamak hayatın bir gerçeğidir.
Bu düşünceler, AlexandreDumas tarafından 1850’de yayımlanan Siyah Lale romanından bir bölümü okurken zihnimde canlandı. Roman, 17. yüzyıl Hollanda’sında geçen bir aşk, entrika ve toplumsal çalkantı hikâyesidir. Kitaptaki o bölüm şöyledir:
“Ah! Bilginler, bilginler!” diye haykırdı Gryphus soruya cevap vermeden.
“Bir bilgin yerine on askerle uğraşmayı tercih ederdim. Askerler tütün ve alkolle sarhoş olmayı bilir; cin ya da şarap içtiklerinde kuzu gibi sakindirler. Ama bir bilginin tütün ya da alkol içip sarhoş olduğu görülmüş müdür? Onlar yetinmeyi bilir, para harcamaz; dolap çevirmek için kafalarının ayık olmasını isterler. Ama şimdiden söyleyeyim ki burada dolap çevirmeniz kolay olmayacak. Kâğıt yok, kitap yok; hele büyü kitabı hiç yok. Bay Grotius kitaplar sayesinde kaçmayı başarmıştı.”
Bir bilge/aydın mahkûma, cezaevi yetkilisinin söyledikleridir bunlar. Devletleri yöneten küçük büyük tüm yöneticilerin, aydınlardan nasıl çekinip korktuklarını (Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi’nde ve Ankara Ulucanlar Cezaevi’de bizatihi bunun şahidiyim) ve onları askerlerle kıyaslarken nasıl şeytanlaştırdıklarını romanda çarpıcı bir şekilde okuyoruz. Roman, askerlerin yenilgi sonrasında yaptığı işin doğası gereği daha uyumlu; aydınların ise daha isyankâr, ele avuca sığmaz ve tahammül edilmesi zor bireyler olduğunu açık bir şekilde anlatır.
Şunu da not düşerek yazıyı tamamlamak istiyorum:
Elbette tüm bu yazdıklarım genel bir değerlendirme olup, benim düşüncelerimdir. Askerlerin içinde çok değerli, yaratıcı insanlar; aydınların içinde ise aydın geçinen, on para etmez, taklitçi, intihalci, çıkarcı kalemini ve düşüncesini satan değersiz insanlar olabilir. Bu düşüncelere katılıp katılmamak tamamen okuyucunun kendisiyle ilgilidir.
Aydınları susturulan ya da aydınlarının sesi kısılmış bir toplum, demokrasiyi inşa edemez ve elbette özgür olamaz!
Ayrıca demokrasisi ve özgürlükleri kısıtlı olan toplumların, askerî güçleri ne kadar güçlü olursa olsun; aydınları özgür ve demokrasisi işleyen toplumların karşısında ikinci, hatta üçüncü sınıf toplumlar olduğunu asla unutmamak gerekir.
Toplumların gücünü ve saygınlığını askerî güç değil; aydınların savunduğu düşünceler, demokrasi ve özgürlük belirler!