Ayşegül Kunuguş

Ayşegül Kunuguş

Doğmadan doğurmak

Doğmadan doğurmak

Havva… Hiç doğmadı aslında. Bir annenin rahmine düşmedi, bir kalbin ritmiyle taşınmadı aylarca.

Dünyaya hazırlanmadı. Görmeden duymayı, duymadan sevmeyi bilmedi.

O, sonsuz nimetlerin vadinde bir eş olmaya geldi Adem’e.

Ama ya canı yandığında? Nasıl ağlıyordu acaba? Yoksa ağlamak da bir doğma biçimi değil miydi?

Varoluşu sadece yemek, içmek, doyurmak ve kadınlık görevleriyle mi sınırlıydı?

Oysa içinde uyanmaya çalışan bir “insan” vardı. Ama kimse sormadı: İnsan mısın, anne mi?

Henüz yaratılışın başında, yaşamı sadece içgüdüsel biçimde sürdüren bir tablo çizilmişti.

Ve o tablonun kıyısında, daha kendisi büyümeden büyütmeye zorlanan kadınların izi vardı.

Yüzyıllar öncesinden bugüne, hala sürüyor bu kader zinciri.

Adı, sanı, kimliği hatta tüm benliği elinden alınan kadınlar, yalnızca bir adama ait olduklarına inandırıldılar. Cennette eş, yeryüzünde tarla… Ama kimse “insan” demedi onlara. Bedenleriyle, renkleriyle, saçlarının teliyle değer biçildi.

Oysa onlara isimler konulurken – sevgi, şefkat, huzur – bu kavramlar hiç taşınmadı ruhlarına. Sadece beklentiler yüklendi omuzlarına. Ve denildi ki: “Çoğal. Evlat getir dünyaya. Soy yürüsün.”

Ama sorulmadı hiç: Kadın, “insan olmak” nasıl bir şeydi, bildin mi?

Sonra kurumlar kuruldu. Adına “aile birliği” dediler. Kadın, bir babadan başka bir adama devredildi. Soy üretmek, hizmet etmek, saygı göstermek…

Belki yaş alırsa, biraz da hürmet görmek için. Evlatlar yetiştirecek… Hiç tatmadığı bir şefkatle, hiç deneyimlemediği bir güvenle.

Gurur? Belki başarıyla tamamladığı görevler arasında bir kırıntı. Ama hep gölgelendi kendi varlığı.

Havva Ana… Hiç çocukluğu olmamış olan… Evlatları birbirini öldürürken, ne yapmıştı acaba? Sessiz bir ağıt mıydı içindeki doğmamış çocuğa?

Anayasa… Kadını “insan” sayan bir madde var mıydı?

Anavatan… Kendini keşfedememiş bir varlık, hangi toprağa aitti?

Anafikir… Bastırılmış içsel zihnin söyleyemediği bir düşüncesi var mıydı?

Yoksa sadece susarak mı var oluyordu?

Yüzlerce anlam yüklendi kadına, ama biz “insan” diyemedik.

Ne tanrısal imgelerde, ne anayasal paragraflarda… Sadece görev, sorumluluk, sabır, edep, mahremiyet…

Ama hiç özgürlük, istek, ruh, hakikat denmedi.

Ve şimdi, adına “modern” dediğimiz bu çağda, kadın hâlâ meziyetlerini göstermek, söz hakkı kazanmak için çabalıyor.

Bizler ise… Bizden olmayanı beğenmeyenler…

Kendi kaburgamızdan yaratıldığını sandığımız o varlıkları, görev tanımlarıyla ezdik. Ama aynı zincirleri kırmak için de çırpınıyoruz. Yaralarımızı başka bedenlerde aradık. Yaşadıklarımızı yaşamayanları suçladık.

Oysa… İçimizde, yüreğimizin tam ortasında, sevgiden doğan bir anlayış titreşiyor hâlâ. Kendini hatırlamak isteyen bir şefkat var.

Öfkemizi bırakıp birbirimizin gözlerinin içine baktığımızda… Zincirler kırılır. Çünkü zincir dediğin şey, sevginin yoksunluğudur.

Beden ya da ruh, kadın ya da erkek, millet, din, dil ya da inanç… Fark etmez. İnsanı insan olarak görebildiğimizde, her ruh aradığını bulacaktır.

Ve bil ki: Güç, kendini olduğu gibi sevmek, başkasını olduğu gibi kabul etmektir.

Yaradan’ın ruhunu taşıyan her varlık, ancak bu fark edişle doğar yeniden.

Ve Havva… Belki şimdi, ilk kez doğuyor içimizde.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum
Ayşegül Kunuguş Arşivi
SON YAZILAR