“Ben Kimim, Beni Kim Yonttu?”
İnsanın kişiliği, ailesinin ve toplumun yansıması mıdır; yoksa kendi seçtiklerinden mi oluşur?
Kimi zaman biz olduğumuzu sandığımız şeyler, aslında bize öğretilmiş bir benlikten ibaret olabilir.
Hayatımızda bir başka insanın varlığına ihtiyaç duymak, ait olmak ya da ona sahip olmak duygusuyla mı bağlantılıdır? Bir aile, toplum, sosyal çevre ya da birlikte olduğun eş seni yaptıklarınla tanımlarken, sen yaptıklarını onlara göstermek için yapıyor olabilir misin?
Belki de insan, varlığını en çok başkasının gözünde kanıtlamak ister. Çünkü görülmek, çoğu zaman var olmaktan daha önemli gelir.
Sahip olduğun şeyleri düşün; mesela resim çizmek.
Gösterecek birisi olmadığında çizmenin bir anlamı kalıyor mu?
Hayatı idame ettirecek mecburiyetleri aradan çıkarınca; hobi, kültür, sanat, sohbet ya da tasarım… Bunlar sende durduğuyla yetinmeyip aktarım sağlamak için yapılıyorsa, gerçekten “sen olduğun” için mi yapıyorsun, yoksa karşılık bulmak için mi? Oysa karşılık beklemeden yapılan her şey, öz’ünle temas ettiğin andır. Ve o an, dış dünyanın onayına en az ihtiyaç duyduğun andır.
Düşündün mü hiç? Seni anlatan, seni yansıtan müziği, kitabı, rengi ya da tuttuğun takımı neye göre seçtin?
Öyle olduğun için mi, öyle olmak istediğin için mi, yoksa öyle olmak zorunda olduğun için mi?
Ne çok soru… Beni “ben” olarak tanımlarken, ilham aldığım kaynağı düşünüyorum.
Kişilik özellikleri, karakter, davranış biçimleri belli bir oranda, belli bir yaşa kadar büyüdüğün evde, çevrende ve ailende şekillenir.
Tamamen sen olmasan da, tıraşlanması bitirilmemiş bir heykelin silüetini oluşturur.
Ama unutma, o heykeli şekillendiren sadece dış etkenler değildir. Zamanla sen de kendi kalemine, kendi çekiç darbene sahip olursun.
Sonra üstüne eklediklerin, yürüdüğün yola göre seni tamamlamaya başlar.
Buna göre biz aslında “biz olurken” ailemizin ve toplumun bir uzantısı mı oluyoruz? Karşılıklı eş seçimlerimizde bile çoğu zaman ailemize ve geleneklerimize uygun olsun diye yola çıkarız ya… O geleneklerin, adetlerin, kurallarının içinde tek bir satırı bile biz yazmamışken.
Bir kişi seni, anlattığın kadar tanır.
Ya da anlattığın şekliyle bilir.
Ama sen, kendinden bahsederken bile etkileşim kurduğun insanların sana söyledikleriyle tanımlarsın kendini. Daha önce inatçı olduğunla ilgili bir yorum aldıysan eğer, ilk bu algı ailenle başlar.
Ve sen bunu bilinçaltına yerleştirip topluma yansıtmaya başlarsın.
Toplum da senin bu tavrını onaylarcasına “inatçısın” der.
Sonra sen yeni bir topluma “ben inatçıyım” diye anlatırsın kendini.
Kendimize dair inançlarımızı öyle güçlü tekrar ederiz ki, bir süre sonra onlar kimliğimizin gerçeği haline gelir.
Nasıl bir kısır döngüyü devam ettirdiğini fark ettin mi?
Peki ya “insanın yaratılışı” diyeceksin… Hangi bebek öfkeli doğar? Ya da içine kapanık?
Hangi bebek yalan söylemeyi bilir?
Yeni dünyaya gelmiş her zihin, ailesinin ve toplumun verdiği etkilerin tepkileriyle şekillenir.
Ama her fark ediş, yeniden doğuştur. İnsan, kendine dışarıdan bakabildiği anda kalıplar çözülmeye başlar.
Şimdi söyle bana: Seni sen yapan, var eden hangi özelliklerin gerçekten sana ait?
Hangileri aktarım yapmak isteğinle var olmuş?
Tıpkı benim şu anda kalemi alıp sana yazmam gibi. Sözlerim duyulmayacaksa, ne anlamı var yazmanın?
Belki içinde bir yere dokunmak, belki uyandırmak…
Sende var olanı harekete geçirmek…
Belki bana gurur, sana da yeni bir pencere açacak.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.