Ceylan Alkan

Ceylan Alkan

Bülbülün Kırk Şarksı

Bülbülün Kırk Şarksı

İskender PALA

“Sevdiğinin sevdiğini sev”

          Bir bülbülden dinlemek; en güzel, en özel şarkısını sevdiğine… Öyle bir aşk ki, kaç yüzyıl önce başlamış hasret, vuslat duası edilmiş yanık bir şarkı ile. Bıkmadan, yılmadan, vazgeçmeden; sevdanın gereğini yerine getirmiş Bülbül, tüm vefasıyla…

          Sevdiğiyle ateşe atılmayı göze almaktır aşk, bir an bile gözünü kırpmadı Bülbül, İbrahim ile girerken dumanı gökyüzünü sarmış alevlerin içine. Her ikisini de seven vardı bir de, yakar mı onları, yakmadı elbette. Yığın yığın kütükler yeşilliklere, ateş yalımları şelalelere durmuş, kül kül, kor kor  odunlar balıklara, ırmakların çevrelediği rengarenk ve kokusu mest eden güllerle bezeli bir bahçeye dönüşüvermişti. Böylece başlamıştı Bülbülün aşkı Güle…

          Açılacak en güzel Gülü görmekti Bülbülün duası ve vefasının karşılığında verilmiş  muhteşem sesiyle, onu görünceye kadar biriktirdiği şarkıları ezberlemişti. Nereden başlanır, nasıl dökülür yaşanılanlar, bir ömre bin  ömür sığdıranların kahramanca destanları Kırk Şarkıya nasıl sığdırılır bilinmez ama Bülbül bu, verdiği sözü tutmayı başarmış. Tamı tamına kırk şarkı…  

          Bülbül bir çok acıya şahitlik ettiği Mekke’yi, “ırk, renk, dil veya bölge farklılıkları sebebiyle başkalarına tahakkümü kendilerine hak gören bir avuç insanın ve onların soylarından gelenlerin ellerinde, bitmek bilmeyen hırsın verdiği peşin hükümlülükle yönetildiği” şeklinde cümlelerle tarif ediyor. Ve en çok da dünyaya gelen kızların yaşama haklarının ellerinden alındığı saatlerin çığlığı bastırıyor Bülbülün sesini. Uykusuz geceleri dolduran bir vaktin en tenhasına çekilip, buruk nağmelere dönüştürdüğü en derin acıların iniltisini anlamıyordu hiç kimse. Ne kadar da çok keder sığdırmıştı yaşamına Bülbül, Gülü beklerken…

          O asrı değerlendirirken “ne dostum İbrahim’den  bir ıtır, ne  Musa’dan bir ses, ne İsa’dan bir nefes! Onca elçi onca güzel çağlardan sonra sıfıra dönen insanlık ve hafakanları bastıran hafakanlar…” deyip ekliyor; “her şey nasıl da kaybolup gitmiş ve her şey nasıl da bir yenileyiciye muhtaç. O yenileyici ki, bütün zamanları alt alta toplayacak ve sonra yekunundan  bir hayat kuracak. O yenileyici ki, bütün yenilenenlerin üzerinde bir ‘mutlak yeni’ inşa edecek.”

           En güzel Gülün dünyaya gelişini  penceresinin pervazında kutlu nağmeleriyle  beklerken, kapanan gözlerine engel olamamıştı. Ve işte o an anlamıştı; Bülbüllere Gülün açıldığını görmek hiç nasip olamayacaktır. Bundan böyle bütün Bülbüller, şarkılarını söylemekten bitap ve yorgun düştükleri bir sırada, göz kapaklarına çöken ağırlığın etkisiyle gözlerini yumdukları anda Gül açılmış olacak.

          Kainatın en güzel Gülü, İbrahim’in müjdesi, tüm güzelliği ve eşsiz kokusuyla dünyaya teşrif etmişti. Mucizelerin ardı arkası kesilmemişti o gece. Eserde “İran Kisra’sının  sarayını vuran şiddetli depremle yıkılan yirmi iki kule, ateşe tapanların yüzyıllardır yanan ateşlerinin sönmesi, Sedum Nehri’nin yatağının değişmesi, Sava Nehri’nin kuruması olaylarının yanı sıra, “müjdeler olsun Hakk’ın nuru, bütün maddesiyle ve manasıyla ortaya çıktı, müjdeler olsun.” nidalarının da  duyulduğu bir geceydi o gece.İşte o gün gül aşkına yaratıldığını anlamıştı Bülbül. O gülün adı belliydi artık, o gül; Hz.Muhammed (sav) idi.

          İskender Pala, o geceyi “ avizesi cevza, ışığı dolunay idi gecenin. Yaklaşmakta olan bir Gül olup açtı ve yeminler edildi ömrüne. Gül açınca, taşırdı sevinç ırmaklarını ve dünya ilk kez dünya olduğunu hissetti. Ve bir Bülbül Gülün aşkına yanmış, yanmaktan kana boyanmıştı” şeklinde tasvir ederek dile getirmiştir.

          “Şimdi gül alıp gül satma, belki gülü gül ile tartma vaktiydi” diyor Bülbül. Öyle bir Gül ki, yanındaki de onu özlüyordu, uzağındaki de. Kokusunu alan da mest oluyordu, hasretini duyan da… Bülbül Gülün her haline şahitlik etti. Tefekkür ve inzivanın adı olan Hira’da; vahiy meleği Cebrail’in nübüvvet görevini verdiği an bülbülün heyecanına diyecek yoktu. Kendi deyimiyle; “en güzel şarkı benim olsun istedim o an, dilimde nağmeler, kalbimde aşk. Gül hakikati maddeden manaya , somuttan soyuta, müşahhastan mücerrede sirayet ediyor, zahir ile batın, kabuk ile öz, dış ile iç buluşuyor. ‘kainatın en güzel gülü’ peygamberlik tacı giyerken, gözler kamaşıyor, diller tutuluyor…” diye tasvir ediyordu o anları. Hüznün en katmerlisini yaşadığı anlarda da bırakmamıştı Gülünü. Yapılan boykotlarda, türlü sıkıntılarda, savaşlarda ve hicretinde hep yanında olmuştu. Ne sancılı dönemlerden geçilmişti; Bülbülün sesini bastıran acıyla kıvranan ne sessiz çığlıklar bozmuştu nice seslerin önüne geçip… Oysa Bülbül ne baharlar düşlemişti, gördüğü kara kışlara inatla. Belki de unutmuştu, dünyanın cennet olmadığını, cennete giden bir uğrak olduğunu.

          Onu dünyanın en güzel Gülü yapan, Bülbülün aşkı değildi sadece. Onu özel ve güzel yapan; hiçbir makam ve mevkinin satın alamayacağı güçlü bir idare, gönül tarlalarına ektiği merhamet, kimsenin kimseye güvenmediği bir asırda ‘emin’ sıfatı alabilmekti. İyi olabilmek, iyi kalabilmek ve en önemlisi iyiyi yayabilmekti.Yeryüzü dar geldiğinde, kendini tam bir teslimiyetle gökyüzüne bırakabilmekti Gül olabilmek. Kardeşinin derdiyle dertlenmek, derdi arayıp bulmak ve derman olabilmekti. Adaleti ölçü alıp, hayat terazisini dengede tutabilmekti. Bazen hasret bazen de vuslattı Gül olabilmek.  

          Bülbülün dileği gerçekleşmişti gerçekleşmesine, dünyanın en güzel gülünü görmüştü fakat her anında yanında olduğu Gülüyle veda zamanı yaklaştığında, azimle çırpındığı kanatlarının kırıldığını hissetti. Dostu İbrahim’e verdiği sözünü tutmuş, Kırk Şarkısını tamamlamış ve sıra en zorunu yapmaya gelmişti; Gülü Hakk’a uğurlamaya. Kırk Şarkıyı Güle adamıştı Bülbül ve ondan da ‘Kitap ve Sünnetini’ miras olarak almıştı. Hazine toprağa, cevher madene,gül tohuma, kul Allah’a yolcuydu.

                  Divan edebiyatının yeniden sevilip, anlaşılmasını sağlayan ve bunun üzerine çeşitli makaleler, denemeler, hikayeler, gazete yazıları yazan yazar İskender Pala’nın bu romanını okurken kendinizi bir gül bahçesinde, dünyanın en güzel gülüyle sohbet ederken bulabilirsiniz. Yazar bu eserinde bir bülbülün çağlar aşarak, yeryüzünün en güzel Gülüne ulaşma gayretini onun dilinden müthiş bir üslupla anlatmakta.   

          Son olarak, Bülbülün sözleriyle bitirmek istiyorum. “eğer bir seher vaktinde bir bülbülü dinliyorsanız, bilin ki o da sizi dinliyordur. Çünkü o şakırken bütün bülbül neslinin ruhaniyetiyle şakıyor ve eğer bir gün bahçenizde bir yerlerde size kırk birinci şarkıyı söylüyorsam, bilin ki, yine Gülümü anlatıyorumdur.”

         

 

Bülbülün Kırk Şarkısı/İskender Pala/Kapı Yayınları/589 sayfa

 

 

    

 

    

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ceylan Alkan Arşivi

Kalp

18 Eylül 2020 Cuma 05:51
SON YAZILAR