Koşunun bittiği yer
Yıllar Yılı Koşmak
İnsan, varoluşunun ilk anlarından itibaren koşmayı öğrenir. Çocukken oyunlarla başlar bu: daha hızlı olmak, önde bitirmek, alkış almak. Sonra büyürüz, oyun değişir; ama öz, aynı kalır. Okulda başarı, işte terfi, ilişkilerde onay, toplumda saygınlık… Hep bir şeylerin peşinden koşarız, hep “daha fazlası”nı isteriz.
Zamanla bu istek, içimizde bir eksiklik duygusuna dönüşür. Sanki her şey biraz ötede, biraz sonra bizi bekliyordur. Hayat sürekli ertelenir; hep koşarız, ama vardığımızı hissetmeyiz.
Bir gün gelir ve o soru pat diye çıkıverir: “Bunca zaman neden koştum? Gerçekten neyin peşindeyim?”
Bu soru, gecenin sessizliğinde, kalabalığın ortasında, bir dağın zirvesinde ya da denizin serinliğinde parmak uçlarına dokunurken bile gelebilir. Ama en çok, insan kendi içine döndüğünde, yüzleşmekten kaçtığı sessizlikte ortaya çıkar.
Koşunun Ardındaki Açlık
Koşmak çoğu zaman görünmez bir açlığın peşinden gitmektir. Bu açlık sadece bedenin değil, ruhun açlığıdır. Hep daha fazlasını isteriz: daha çok başarı, daha çok sevilme, daha çok tanınma… Ama elde ettiğimiz şeyler kısa süreli bir tatmin verir; ardından içsel boşluk yeniden uyanır.
Bir hedefi yakalamak, açlığımızı kısa süreliğine bastırır; ama hemen sonra yeni bir hedef belirir. Koşu hiç bitmez. Tatminsizliklerimizi doyurmak için koştururken, aslında onları daha da büyütürüz. Bu, ateşe su yerine yağ dökmeye benzer.
Aslında, koşu, kendi içimizdeki boşluğu doldurma çabamızdır. Ama ne kadar koşarsak koşalım, içsel boşluk büyümeye devam eder. Çünkü açlık dışarıda değil, içeride doğmuştur.
Yanılsamanın Zincirleri
Asıl soru şudur: Kim yerleştirdi içimize bu doyumsuzluğu? Kim öğretti bize hep daha fazlasını istemeyi? Belki toplum, belki kültür, belki de varoluşun kendisi. Daha çocukken koşmaya alıştırıldık: daha iyisini, daha fazlasını hedeflemeye.
Öyle ki, varoluşun basit güzelliklerini görmez olduk. Bir çiçeğin açışını izlemek, bir dostun sözünü dinlemek, rüzgarın yüzümüze değmesi artık yeterli gelmez oldu. Hep bir “öte”yi bekler olduk.
Böylece, yanılsamanın zincirleri örüldü. İnsan, olmayan bir menzile doğru sürüklenirken hayatı elinden kayar. Her adımda varacağını sandığı yer biraz daha uzaklaşır. Bu zincir görünmezdir; ama omuzlarımıza binmiş en ağır yük odur. Ve tuhaf olan, fark edilmediğinde zincir kalınlaşır; fark edildiğinde ise çözülmeye başlar.
Fark Etmenin Güzelliği
‘Ben artık koşuyu bıraktım. İçimde hâlâ beni koşturmaya çalışacak ne varsa, bağımı kestim. Durmayı, beklemeyi, bakmayı seçtim. O an fark ettim ki, hayatın özü hiç bir yerde değil; hep buradaydı.’
Fark etmek, insanın en büyük armağanıdır. Zamanı durdurur fark etmek. Dün ve yarın anlamsızlaşır; sadece şimdinin berraklığı kalır. Hangi adımda olursak olalım, hangi nefeste, fark edilen an en değerli andır.
Fark etmek, yıllardır peşinden koştuğumuz şeyin aslında hiç var olmadığını görmektir. Ve bu görüş, derin bir huzur getirir.
Özgürlüğün Eşiği
Koşunun bittiği yerde insan özgürlüğün eşiğine gelir. Çünkü özgürlük, bir yere yetişme zorunluluğunun çözülmesidir. Artık dışarıdaki hedeflerin esiri değilsindir. Başkalarının beklentileri, toplumun dayatmaları, zihnin kurduğu hayaller seni sürükleyemez.
Gerçek özgürlük, hiçbir şeye sahip olmadan da tam hissedebilmektir. Varoluşun kendisinin yeterli olduğunu bilmektir. İnsan bunu fark ettiğinde, ilk kez gerçekten yürümeye başlar. Artık yürüyüş, bir yere varmak için değil, varoluşun tadını almak içindir.
Koşunun Bittiği Yerde Açılan Kapı
Ve işte o an yeni bir kapı açılır. O kapının ardında dünya ilk kez olduğu gibi görünür: Ne eksik, ne fazla. Dağlar, gökyüzü, deniz, ağaçlar, insanlar… Hepsi tam da oldukları gibidir.
Artık hiçbir şeyin peşinden koşmana gerek yoktur. Hayat zaten verilmiştir. Açlık diner, susuzluk geçer, kalp sakinleşir. İnsan, varoluşun sessiz ritmine uyum sağlar.
İşte orada, koşunun bittiği yerde, insan ilk kez kendisiyle buluşur. Ve belki de asıl tanıma, tam o anda başlar. Çünkü koşunun bittiği yer, aslında varoluşun başladığı yerdir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.