Aydın Alp

Aydın Alp

Şairin ölümü!

Şairin ölümü!

  

Aydın Alp

Öldüğümün bilincindeydim! Herkesi yukarıdan izliyordum ve ölenin ben olduğumu da biliyordum. Hani Şair Trakl’ın: ”Söyle, nice zamandır ölüyüz biz!” ya da Şair Daubler’in: ”Nasıl da doğru hep ölü olduğumuz!” dizelerindeki gibi, soğukkanlılıkla yaptığı toplumsal bir eleştiri yapmak için demiyorum. Basbayağı öldüm, cenaze törenimi de gördüm, diyorum!

“Çocukluğumun çimenlerini andırıyorsunuz

Ey, sere serpe uzandığım!

Bahar rüzgârlarıyla fısıldarlardı kulaklarıma:

“Yürekli çocuk ah, güzel yaşa!”

Niye “ah” çektiklerini anlayamıyordum!

1980’lerin Eylül’ü göründü

Gözlerini kan bürümüştü

Ölümler, onunla çıkageldi

Ah, yaşamak ne kadar da güzeldi!

Öle öle anlayabildim!"

Amed'in Kelebeği Eylül 2018 J&J Yayınları

Ben de bir dönem umutlanmıştım. Ölü toprağıyla örtülü bu coğrafyaya da özgürlükler gelecek diyordum. Kangrenleşmiş sorunlar çözülecek, bu coğrafyadaki acılı halklar da özgürleşecek. Biz hep bir arada demokrasiyi yaşayabileceğiz. Ve bu kez yaşadığımız düş kırıklığı, çok derin ve sarsıcı oldu. Artık sadece köylerimiz değil, kentlerimiz de yerle bir oldu. Yasaklar, yasaklar üstüne! Ne bilim ne sanat ne kültür… Silahlar, ölüm ve öldürüm… Kahrolsun!

Basbayağı öldüğümü gördüm. Toplumsal ölümden söz etmiyorum. Kendi ölümümden söz ediyorum. Bir baktım ölmüşüm. Sevdiklerimi yalnız bırakmanın acısı, özgürlüğün ve güvenli bir yaşamanın olmayışıyla buruktum. Üstelik sevmediğim bazı tiplerin, o ikiyüzlü sinsilerin; cenaze törenimdeki gizledikleri sevinci ve içlerindeki hain parlamayı bile görüyordum!

Beni şık ve özel giysili bir grup karşıladı. Kadınlar güzel, erkekler yakışıklıydı. Gayet kibar davranıyorlardı. Hüznüm, yerini şaşkınlığa bırakmıştı. Ben ne olursa olsun sevdiklerimin yanına, son bir kez de olsa gideceğim diyordum. Sevdiklerimin tek tek gözlerinden öpecektim! Bütün ikiyüzlülerin ve devletlülerin de tek tek ve itinayla yüzlerine tükürecektim! Bana bu hakkın var, önce insan olma sınırlılığından kurtulman gerekir, dediler. Bunun için de beni galaksilerde kısa bir gezintiye çıkardılar. Göz alıcı, büyüleyici, bitmez tükenmez, muhteşem bir güzellikti. Konumuz bu olmadığı için anlatmıyorum. Zaten anlatmaya bir ömür yetmez. Sonra karşılandığım yere döndük. Bana bu kısacık gezintinin, insanlığın zaman ölçütüyle birkaç kuşak erimi olduğunu söylediler! Şoka girmiştim. Yani şimdi dünyaya dönsem, tek bir tanıdığım olmayacaktı ha! Ne sevdiklerim ne kızdıklarımın olmadığı bir dünya, öyle mi? Olmaz olsun!

Benim sarsıldığımı gördüklerinden, gayet tatlı bir dille: ” Sevgili şairimiz, senin özgür iradeye çok önem verdiğini biliyoruz. Kişinin kimyasına uygun seçenek sunmak, buranın prensibidir.

Şimdi seni -hiç resmi davranmıyorlardı, ama senli benli de değillerdi- iki farklı uzama götüreceğiz. Birini yeğleme sana kalmış. Biz kişinin tercihlerine saygılıyız.”

İlk götürdükleri yer çok güzeldi. Suları berrak ırmak kıyılarında, yemyeşil ovalar, tepeler vardı. Kulaklarımda kuş cıvıltıları, şakımaları; gözlerimin önünde uçuşan rengarenk kelebekler ve kondukları rengarenk çiçekler, güller vardı. Ortalıkta çok az insan vardı. Hepsi de yaşlıydı. Çevreye boş gözlerle bakıyorlardı. Nedense kendimi burada Robinson Cruose gibi hissettim. Ben bir Bağlar çocuğuydum. Amed’in yakıcı, kavurucu sevgisi ve sıcaklığıyla büyümüştüm. Buranın boğucu bir yalnızlığı vardı. Sıkıntıdan boğulur gibi oldum.

Beni diğer uzama götürdüler. Birden içim açıldı. Davul, zurna eşliğinde Halay çeken Kurmançlar, ellerinde kesk u sor u zer mendilleriyle ve hep bir ağızdan: “Hawa hatu, hawa çu!/ Suvar hatu, peya çu!/ Çafemın çafe reş ket!/ Akıl sevda pera çu!” “Böyle geldi, böyle geçti!/ Atlı geldi, yaya gitti!/ Gözlerim o kara gözlere değince!/ Aklım sevdam peşi sıra gitti!” diyorlardı. Öldüğümü unuttum. Bir baktım halay çekenlerin arasındayım! Dünyanın kralını, kraliçesini… Beni gezdirenler de bana sanki sempatiyle bakıyorlardı. Sonra beni biraz daha dolaştırdılar; Türkler, Zeybek oynuyordu. Lazlar, Horon tepiyordu. Araplar, Kılıç Dansı; Acemler, loristan dansı; Ruslar, polka; Kafkas halkları, Kafkas oyunları… Kübalılar Salsa, İspanyollar Flamenko, Yunanlılar Sirtaki, Brezilyalılar Samba, Arjantinliler Tango, Avusturyalılar Vals, Hawaililer Hula…

Farklılıkların bir arada ve güzelliği yaşanıyordu. Bütün halklar kendileri olarak ve bir aradaydı. Büyük Kürt Şairi Feqiye Teyran: “Her teyr refe xwe!” “Her kuş takımıyla…(uçar, güzeldir)” der ya aynen öyle. Hem her halk kendisiydi ve bütün halklar da bir aradaydı! Muhteşem uyumlu bir güzellik ve curcuna vardı. Buradaki doğa, ilk gördüğüm yer gibi olmasa da sahici, canlı ve güzeldi. Her iklimden ve coğrafyadan özellikler taşıyan bölgeler vardı. Sıkıcı ve tekdüze değildi, rengarenkti. Burayı seçiyorum, dedim. Gülümsediler, selam verip çıktılar.

Ben daha ne olduğunu anlamadan, birden çelik perdeler çekildi ve sağda solda alevler parladı. Ardından Firavunvari bir ses duyuldu: “Az evvel seçtiğin yerin fragmanını izledin. Şimdi asıl film başladı!” dedi. Tank paletleri, uçak sesleri ve çığlıklar ve patlamalar…

Birden sıçradım. Kâbusmuş gördüğüm; ama yaşadığımız toplumsal sürece ne kadar da benziyordu!

Not: 21 MART DOWN SENDROMU FARKINDALIK GÜNÜ'NÜ VE

DÜNYA ŞİİR GÜNÜ'NÜ VE NEWROZ BAYRAMINI KUTLUYORUM.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Aydın Alp Arşivi
SON YAZILAR