Mümin Ağcakaya

Mümin Ağcakaya

Bir çocuk, bir öğretmen ve bir çaydanlık

Bir çocuk, bir öğretmen ve bir çaydanlık

Hayatta bazı tesadüfler ya da birilerinin hayatımıza yaptığı ufacık dokunuşlar daha sonradan hayatımızın akışını değiştirmektedir. Buna benzer bir durumda Uluslararası Gastronomi Federasyonun üyesi olan butik pasta ve pasta tasarımcılığı yapan Elif Demirağ’ın altın madalya kazanmasına ve Vahap Özpolat hocanın hayatının akışının değişmesine neden olan MAVİ DEMLİĞİN hikayesini Mardi Artuklu Üniversitesinde ; Eğitim Bilimlerinin Bölüm Başkanı Vahap Özpolat hocanın kaleminden;

bir-cocuk,-bir-ogretmen-ve-bir-caydanlik.jpeg

“Çaydanlık çoğu insan için çay demleme aracıdır. Ama benim ise hem çayımı hem kaderimi demledi ömür boyunca. Nasıl mı?

Çocukluğumda ileri derecede kekeme olmaktan dolayı, konuşmaya başlamadan önce kelimeleri içimde onlarca kez tekrarlıyor, ama konuşmaya gelince bir türlü telaffuz edemiyordum. Ailemin maddi durumu iyi olmadığı için babam beni doktora götüremiyor, tedavi ettiremiyordu. Bu durum, beni ve ailemi çok üzüyordu. Kimse beni dinlemeye sabır gösteremiyordu. Çünkü üç-beş kelimelik bir cümleyi 5-10 dakikada ancak söyleyebiliyordum. Dilim dönmediği için harfleri uzattıkça uzatıyordum.

Derken okul çağına gelmiştim. Her çocukta olduğu gibi bende de bir telaş ve heyecan vardı. Nihayet, okula kaydım yapıldı. 1970’in Eylül’ü idi. Yer, Elazığ ili. Palu ilçesi, Güllüce Köyü. Ancak, okula ve öğretmene dair onlarca soru işareti zihnimi meşgul ediyordu. Zihnimdeki en önemli soru, okulun içine ayakkabı ile girilip girilemeyeceği idi. Sanırım bu soru, çocukluğumda okul ile cami arasında kurduğum ilişkiden kaynaklanıyordu. Zira köyümüzde çatılı sadece iki bina vardı. Biri köyün camii, diğeri de okulu idi. İkisinin de içini hiç görmemiş, sadece dışarıdan görmüştüm. Ama ikisinin de "yüce" birer kurum olduklarını idrak edebiliyordum. Köyde camiye gidenlerin her seferinde ayakkabılarını çıkardıklarını gördüğüm için, köyümüzün diğer çatılı binası olan okula da ayakkabıyla girilmeyeceğini sanıyordum, ama emin değildim. Ancak ne yazık ki, merakımı gidermek için kimseye soru da soramıyordum. Çünkü konuşmak bana da, beni dinleyenlere de işkence gibi geliyordu.

Okulun ilk gününde açılış töreninden sonra öğretmenimiz bizi içeri alırken diğer çocukları dikkatle takip etmiştim. Onların ayakkabı ile içeri girdiklerini görünce zihnimdeki en önemli sorunun yanıtını, konuşma azabı çekmeden bulmuş olmanın sevincini yaşadım. Ayrıca okul ile cami arasındaki bir farkı da öğrenmiş oldum. Okulumuz iki derslikli olmasına rağmen, tek öğretmenimiz olduğu için, beş sınıf bir derslikten oluşuyordu. Bütün sınıflar bir arada öğrenim görüyorduk. İlk günde, çocuklar sıra kapma mücadelesi verirken, benden birkaç yaş büyük olan bir akrabamın iki sıra önüne oturdum. Oturdum ama sorularım bitmiyordu. Acaba okulda bir şeyler yemek-içmek yasak mıydı? Acıkınca ne yapılırdı? Ya öğretmen kekeme olduğumu anlarsa? Gibi sorular zihnimi meşgul ediyordu. İnsanın korktuğu başına gelirmiş derler ya, aynen böyle oldu. Eylül ayı olmasına rağmen ilk gün, ilk derste bir öksürük tutmaz mı? Ama ne garip ve ne korkunçtur ki, teneffüs zili çalana kadar öksürüğü gırtlağımda tutmuştum. Okulda öksürmenin de yasak olabileceğini düşünerek kendi kendimi frenlemiştim. Çünkü bizden yaşça büyük öğrencilerin ve aile büyüklerimizin küçükken okul hayatına dair zihnimize işledikleri en önemli algı "yasak-dayak-korku" üçgeninden oluşuyordu. Öğretmene dair ise, inzibat memuru tipi canlandırılıyordu zihnimizde. Yani, okul hayatı eşittir, "dayak, baskı, ceza" idi. Doğuştan eksik ya da kötü olduğumuz için dayak ve ceza ile adam edilecektik. Biraz büyüyünce fark etmiştim ki, köyde sadece öğretmen korkusu yoktu. Devlet korkusu, vali-kaymakam korkusu, polis-jandarma korkusu,  muhtar-aza korkusu,  şeytan korkusu,  cin-peri korkusu; ağabey-abla

korkusu ve nihayet anne-baba korkusu birbiri ardı sıra yer alıyordu. Sevgi, şefkat, merhamet ve muhabbete, anlaşılmaya, değer verilmeye, fark edilmeye, takdir edilmeye en çok ihtiyaç duyduğumuz yaşta her korku nesnesi çeşitli yasak ve cezalarla sevgi ve özgürlüğümüzü elimizden almıştı.

Yine okuldaki ilk günüme dönersek; aksilik gelince üst üste gelirmiş derler ya, birinci derste öksürme yasağına takılmışken ikinci ders saatinde içimi kavuran bir susuzluk hissetmeye başladım. Susuzluk, öksürükten daha çekilmez olmalı ki, dayanamadım ve öğretmenin dalgın olduğu bir anda kapıdan dışarı fırladım. Köyün meydanında akan çeşmeden kana kana su içtikten sonra okula geri döndüm. Sınıfın kapısının çalınarak içeri girilmesi gerektiğini henüz bilmediğimden rastgele içeri daldım. Öğretmen sınıfın ortasında kolumdan yakaladı. Dizlerinin üzerine çökerek boyunu boyuma ayarladı. Bir şeyler söyledi, ama hiçbir şey anlamadım. Sonra kulağımın dibine bir tokat indirerek, yerime oturmamı işaret etti. Çocuktum ve engelliydim. Hıçkıra hıçkıra ağlayasım vardı. Ama ağlayamadım. Çünkü bize, okulda ağlamanın da yasak olduğu anlatılmıştı. Yine de tutamadığım gözyaşlarımı gizlice koluma silerek yerime oturdum.

İki sıra arkamda oturan dayımın oğlu Cemil'e ağlamaklı bir bakış attım. Cemil, o yıl üçüncü sınıfı okuyordu. Kendisinden neyi sormak istediğimi, ama konuşma güçlüğü nedeniyle soramadığımı anlamış olmalıydı ki: Zazaca, "Bundan sonra susayacak olursan, parmağını kaldır ve ‘Öğretmenim çeşme’ de” dedi. Böylece "çeşme", okulda ilk öğrendiğim Türkçe kelime oldu. Bu nedenle "çeşme" kelimesini çok seviyorum. O günden sonra, susadığım zaman parmağımı kaldırır "öööyetmemenim çeçeşçeşme" diyor ve Öğretmen de sağ olsun bana gerekli izni veriyordu. Ama ne yazık ki, okuldaki ilk günüm çok kötü geçmişti. O günkü bütün tecrübem, okula ve öğretmenlere dair duyduklarımı doğrular gibiydi. Kötü bir başlangıç yapmış olmam ve konuşma özürlü olmamın verdiği kompleks nedeniyle okuldan soğumuştum. Okulun en yalnızı ve en değersizi idim. Herkesin benimle alay ettiğini düşünüyordum. Okulun duvarları üstüme üstüme geliyordu. Ciddi bir sosyal dışlanma sorunu yaşıyordum. Kimse benimle oyun oynamıyor, sorularımı dinlemeye tahammül etmiyor ve beni anlamaya çaba göstermiyordu. Annem hariç diğer bütün insanların bana muhatap oluşlarında bir değersizlik hissediyordum. Sadece koyun keçi gibi hayvanlar arasında kendimi mutlu hissediyordum. Çünkü onlar da benim gibi konuşamıyorlardı. Belki de onlar tarafından anlaşılmak gibi bir beklentimin olmaması ve onlarla bazı hususlarda eşit olmanın huzuruydu beni mutlu eden.

Köyümüzde o zamanlar ve hala öğretmenler çok itibar görürler. Bu nedenle, öğretmene yakın olmak, onun Özel hizmetini görmek, evine konuk olmak veya onu evinde ağırlamak çok büyük bir paye sayılır, öğretmenin sosyal ilişki içinde bulunduğu kişiler, kendilerini onurlandırılmış kabul ederler. Öğrencilerin öğretmene yakın olması çok daha önemliydi ve bunun bazı yöntemleri vardı. Kız öğrenciler, onun çocuklarına bakmayı onur kabul ederlerdi. Erkek Öğrencilerin en rağbet ettikleri iş ise, köyün çeşmesinden öğretmenin ailesi için su taşımaktı.

Evli ve iki çocuk babası olan öğretmenimiz, her sabah, elinde bir su kabıyla lojmanının kapısında görününce, öğrenciler, kendisine su taşımak için yarışa girerlerdi. Çünkü bu, öğrenciler için bir mutluluk ve onur kaynağıydı. Ne var ki, ne fiziksel gücüm ne de iletişim becerim bu onurlu göreve talip olmama imkân veriyordu. Bu nedenle de ben sadece uzaktan seyretmekle yetiniyordum. Sanırım öğretmenimiz de bunun farkındaydı. Bir gün. İyi hatırlıyorum, güneşli bir sonbahar sabahıydı. Öğretmenin, her günkü gibi okulun hangi gözde öğrencisine su getirtme görevini vereceğini beklerken, nihayet lojmanın kapısı açıldı. Öğretmenimiz her zamanki vakur haliyle, elinde, çinko kaplama mavi renkte olduğunu çok iyi hatırladığım çaydanlığıyla kapıda göründü. Çaydanlığı çeşmeye gönderecek ve çay yapmak için taze su getirtecekti. Bütün öğrenciler kapıya hücum ettiler. Tabi ki böyle bir göreve layık görülmeyeceğimi düşündüğüm için, her zamanki gibi kenarda durmuş mahzun mahzun olup bitenleri izlemekle yetiniyordum. Çocuklar lojmanın merdivenlerine hücum etmişlerdi. Nasıl olduysa öğretmen eliyle beni işaret etti. Yanına varabilmem için çocuklardan yolu açmalarını istedi.

Bütün gözler üzerimdeydi. Okula başladığım günden beri en mutlu anımı yaşıyordum. Çünkü fark edilmiştim. Bana da diğer çocuklara davranıldığı gibi davranılıyordu. Konuşma özürlü bir çocuğa da güvenilmişti. Onun da diğer çocuklar gibi öğretmen için bir şeyler yapabileceğine inanılmıştı. Bu, beni inanılmaz derecede mutlu etmişti. Okula başladığım günden beri ilk mutlu anımı yaşıyordum. Kalabalığı yara yara öğretmenin yanına vardım. Henüz, Türkçe söylenenleri anlamadığım için, "şu çaydanlığa çeşmeden su doldur getir" anlamında bir şeyler söylediğini tahmin etmiş ve cevap vermek yerine işaret yoluyla "evet" demiştim.

Fakat, öğretmenin söyleme tarzı, vücut dili, özellikle de bakışları o zamana kadar kendisinde rastlamadığım yoğunlukta sevgiyi, merhameti, muhabbeti, halden anlamayı ifade ediyordu. İki ay kadar önce elinden dayak yediğim ve nefretimi kazanan kişi, şimdi sevgi dolu bakışları ile, benden daha mazlum olan yüreğimi ısıtıyor, sarıyor, sarmalıyordu. Unutulmaz bir andı benim için. İlk defa kendimi değerli hissediyordum. Bunun hakkını vermem gerektiğini düşünmüş bu nedenle çaydanlığa su doldururken ve taşırken öğle özenli davranıyordum ki. Çaydanlığa suyun yanında adeta aşkımı çocukluk masumiyetimi de dolduruyordum.

Bunun ilk ve son olduğunu düşünürken öğretmen o günden sonra bana tekrar tekrar bu görevi verdi. Öyle ki diğer çocuklar beni kıskanmaya başladılar. Kendimce, bu görevin hakkını verdiğim için bana verildiğini düşünürken; meğer öğretmen de mesleki tecrübesiyle, kendisine su taşıdığım günlerde daha mutlu, istekli, katılımcı olduğumu gözlemlemiş; konuşma güçlüğümün okulda, bir sosyal ortamda aktif olmamla geçebileceğini; insanların ilgi ve sevgisini yoğun biçimde hissedersem iyileşebileceğimi düşünerek sık sık hoşuma giden işler yaptırıyormuş. Bu amaçla beni okula bağlamaya çalışıyor, bilerek ve isteyerek bana bu görevi veriyormuş. O günden sonra takriben birkaç ay süreyle bir şeyler öğrenmekten çok, öğretmene su taşıma mutluluğunu yaşamak, onun sevgi dolu bakışlarını görmek, sıra aralarında dolaşırken başımı okşama fırsatını yakalamak, adımla hitap ettiğini duymak için gitmiştim.

Birinci sınıfta okulun yalnızları arasında iken, ikinci sınıfla okulun yıldızlarından olmuştum. Kendimi keşfetmiştim. Korkularımı yenmiş, yasak alanı daraltmıştım. Artık çocuklar konuşmalarıma kahkaha patlatmıyorlardı. Başarım nedeniyle saygınlık kazanmıştım. Artık ayaklarım değil, yüreğim beni okula taşıyordu. Ve bunu öğretmenimin merhamet ve muhabbet odaklı hikmetli yaklaşımı sağlamıştı. İkinci sınıfta dilim çözülmüştü. Artık konuşabiliyordum. Türkçeyi de az-çok öğrenmiştim, öğretmenim, doktorum olmuştu, öyle ki, çocukluğumu bilen bazı dostlarım, ara sıra konuşmanın dozunu kaçırdığım zaman, "Çocukluğunda konuşamamanın acısını çıkarıyor, bırakın konuşsun!..." şeklinde takılırlar bana.

Bir öğretmen ve bir çaydanlık adeta kaderimi yeniden yazmışlardı. Öğretmenimin sevgisi ve çaydanlığın adeta bendeki metaforik algısı bana hayatın anlamını bağışlamıştı. İyi ama hani iyilik yapan iyilik görecekti. Beni hayata bağlayan ve insanlık ve ülke sevgisi aşılayan, içimdeki vicdanla tanıştıran, hayatımın kahramanı öğretmenimin izini ilkokuldan sonra kaybetmiştim. Tam otuz üç yıl sonra hocanın bir hastanede ciddi bir hastalıktan tedavi görmekte olduğunu öğrendim. Ne yapmalı, nasıl yapmalıydım öğretmenim için? Derken mavi Çaydanlık aklıma geldi. Öğretmenim aşkımı kattığım suyu pek severdi. Aslına benzer bir çaydanlık bulmak zor oldu ama değdi. Üzerine "Tanrı beni gökten yere indirdi, öğretmenim beni yerden göğe yükseltti" ünlü Çin atasözünü ve "Sevginiz ve emeğiniz için minnettarım öğretmenim" sözlerinin altına adımı yazdığım bir notu çaydanlığın içine koydum. Bunu yaparken çocukluğum gözümde canlandı. O çaydanlıkta demlenen sadece öğretmenin çayı değil aynı zamanda benim de kaderimdi. İlk günkü heyecan ve sevgiyle kulpundan tuttuğum çaydanlığı, çeşmeden öğretmenine su taşır gibi bu kez hastanenin yolunu tutum. Öğretmenimle 33 yıl sonra hasret gidermenin heyecanı, hele ki aradan geçen 33 yıla rağmen okul numaramı unutmamış olmasının şaşkınlık ve hayranlığını, öğretmenimi ve çaydanlığını unutmak kadar imkânsız olsa gerek.”

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mümin Ağcakaya Arşivi
SON YAZILAR