Mümin Ağcakaya

Mümin Ağcakaya

Büyülü gerçeklik

Büyülü gerçeklik

Mümin Ağcakaya

Yayın Ağacında söyleşiye katılan yazar Tarık Tufan; edebiyatın, edebiyat ürünlerindeki karakterlerin bizim gerçek yaşamımızdan daha fazla etkili olmasına ilişkin düşüncelerini açıkladı. Önemli gördüğüm bu düşüncelerini sizlerle de paylaşmak istedim. Umarım okuyunca sizlerde bana hak verirsiniz. Kendisiyle yaptığım röportaj uzun olduğu için, okurlarla yaptığı söyleşisinin bir bölümünü bu köşede paylaşmak istedim. Tufan, “Zaman zaman kendime, bazı ortamlarda arkadaşlara da soruyorum.  Acaba; önümüze çıkan bir öykü, roman ve edebiyat metninin gerçeklikten etkilense de; kurmaca olduğunu, oradaki karakterlerin bu hayalin bir parçası olduğunu bile bile, bir metin nasıl olur da hayatımızda bu kadar derin, bu kadar sahici ve bu kadar güçlü bir yere karşılık geliyor?

Bir edebiyat metinini, insanın hayatında bu kadar güçlü kılan şey ne acaba nedir?  Bizim edebiyatla kurduğumuz ilişkinin belki de arkasında duran soru bu olsa gerek. Hayatımız hangi koşullarda devam ediyorsa etsin, bir edebiyat metninin bu kadar hayatımızda yer tutmasına alan açıyoruz. Bizim edebiyat dediğimiz şey, anlatı dediğimiz şey yüzlerce yıldır insanların hayatında bir biçimde, bazı toplumlarda sözel olarak, bazı toplumlarda yazılı olarak devam ediyor. İnsanın hayatla kurduğu ilişkide ilginç bir şekilde güçlü olan yan şu: Birincisi, anlatının içinde yer almak, parçası olmak. İkincisi; bir anlatının taşıyıcısı, aktarıcısı olmak. Üçüncüsü de, bir anlatıya tanık olmak, onun dinleyicisi olmak. Bizim hayatımızda bir biçimde yer tutan ne varsa; bir hikâyenin içinde, bir anlatımın içerisinde anlam bulduğunda, bize daha etkili, daha güçlü geri dönüyor. Onu bir hikâyenin, bir anlatımın parçası yapabildiğimizde; hayatımızdaki karşılığı da derin ve güçlü bir hale dönüşüyor.

Dolayısıyla ben edebiyatı biraz bu tarafından anlamaya, görmeye çalışıyorum. Şöyle bir ayrım yapmak mümkün; bir yazar ve bir okur olarak en azından bu ayrım üzerinden bakıyorum; bir hayatın bizim yaşadığımız tırnak içinde gerçek hayat dediğimiz hayatın bir akışı var.  Orada ilişkiler. duygular ve akan bir hikâye var. Biz buna gerçeklik diyoruz ama bir taraftan da edebiyatın kurduğu bir gerçeklik var. Neticede biz okur olarak; okuduğumuz kitapta, anlatıda meselenin gerçekliğini sürekli sorgulayarak okumuyoruz. Bilakis oradaki gerçekliğin içinde olmaya çalışıyoruz. O gerçeklikle bir empati geliştiriyoruz. Bir karakterle yer değiştiriyoruz. Ve zihnimizde bu yalan diye düşünmüyoruz. Bu sadece edebiyatta değil sinemada da böyledir. Anlatının geliştiği her yerde aynı şey var.

Çünkü bir şey, bir duygu, bir olay, karakter kendi içinde bir tutarlılık taşıyorsa, anlatı kendi içinde tutarlılıkla devam ediyorsa o zaman bir gerçeklik duygusu taşıyor. Hiç kuşkusuz hayatın gerçekliğinden de doğal olarak besleniyoruz. Hepimiz bir şeyler duyuyoruz, okuyoruz. Bazı şeyler görüyoruz, yazıyoruz. Bazı şeyleri de doğal olarak hayal ediyoruz, kurguluyoruz. Önemli olan bunu, nasıl bir dille, nasıl bir üslupla, nasıl bir tutarlılıkla anlatıldığıdır.

Hayat, edebiyattan daha mı kurmaca? Hayır. Çünkü hayatı olduğu gibi anlattığınız da kimse inanmaz. Biz başımızdan geçen bir takım şeyleri olduğu gibi anlatsak, kimse inanmaz. Edebiyat dediğimiz şey bunu inandırmak için bir takım şeyler uyduruyor ki, insanlar inansın. Yoksa hayat daha saçma.

 O halde benim baktığım yerden iki türlü gerçeklik var. Birincisi, bizim günlük hayatımızın ürettiği gerçeklik, diğeri edebiyatın ürettiği gerçeklik. Peki, günlük hayatın ürettiği gerçeklik, edebiyatın ürettiği gerçekliğin üzerinde midir? Bana sorarsanız. Hayır. Anlatım gücünü arttıran şey; bence tam da budur. Edebiyatı kurmaca diye onun gerçekliğini düşünmüyor. Bilakis edebiyatta tıpkı bizim hayatımız kadar bir gerçeklik üretiyor. Bence, biz o gerçekliğin bir parçası olmayı tercih ediyoruz. Biz tıpkı bir meslek edinir gibi, hayatımızda bir takım gerçekliklerin parçası olur gibi, edebiyatında bir gerçekliğin parçası olmayı tercih ediyoruz. Bu söylediğimi bir parça daha açmaya çalışayım: Gittiğim bazı yerlerde diyorum ki, aramızdan kaç kişi bana dedesinin dedesinin ismini, nerede yaşadığını, ne iş yaptığını ve bazı karakter özelliklerini söyleyebilir. Özel ilgi duyduysa bu konuyla ilgili bize birkaç şey söyleyebilir.  Fakat ortalama bir edebiyat okuruna şöyle bir şey sorsam aranızda Don Kişot’u okuyan, tanıyan var mı? Burada oran %90’a çıkar. Karakteristik özelliklerini söyleyebilir misiniz desem? Pek çok arkadaş söyleyebilir. Çünkü zihnimizde Don Kişot diye bir karakter var.  Don Kişot, bundan yaklaşık 600 yıl evvel yazılmış bir karakter. Biz öz dedemizin babasını, dedemizin dedesini tanımıyoruz ama 600 yıl evvel kurgulanmış bir karakteri hepimiz tanıyoruz.  İşin tuhaf tarafı bizimle aynı dili konuşan coğrafyada yaşamadı. Ama; dedemin dedesinin ismi nüfus kayıtlarımızda yazılı, aynı soyadımız var, fakat tuhaf bir şekilde tanımıyoruz. Hangisi gerçek? Oradan aldığımız genetik miras, hiç kuşkusuz üzerimizde, hayatı kurmak,  hayatla ilgili sahici, anlamlı ilişki kurmak için; bizim gerçekliğimiz Donkişot’tur. Ya da başka karakterlerdir. Okuduğumuz romanları düşünürsek; çocukluğumuzdan beri etkilendiğimiz pek çok karakter vardır.

 Mesele şu; edebiyatın ürettiği gerçeklik, hayatın ürettiği gerçeklikten daha aşağıda değildir. Bilakis hem kişisel olarak, hem toplumsal olarak edebiyatın ürettiği gerçeklik hayatın ürettiği gerçekliğin üzerindedir. Ve çoğu zaman onu yener. Bazı coğrafyalar bunun tanığıdır. Yeni bir gerçeklik üretmek istedikleri için. Bir örneğini vereyim size; Latin Amerikalıların hayatının ürettiği gerçeklik; Latin Amerika’ya sömürge, kan, ölüm, baskı, batının sömürgesini filan getirmiştir. Latin Amerika’da başka nasıl gerçeklik olabilir, gerçek bu. Gerçek dediğimiz şey, batının bu kıtayı sömürmesidir. Büyük ölümler, yeraltı kaynaklarının çalınması. Fakat bu gerçekliğe karşı Latin Amerika’yı ayakta tutan şey, bu gerçekliğe yenilmemek için Büyülü Gerçekliktir. Gabriel Garcia Marquez’in ve Arkadaşları’nın elbirliğiyle büyüttüğü bir dil, bir varoluş biçimidir. Dolayısıyla Büyülü Gerçeklik Latin Amerika için gerçekliğin üzerine çıkmadır.  Çünkü hayatta kalmana yardım edecekse, büyüye inanmak, gerçeğe inanmaktan daha güçlü bir şeydir. Kişisel olarak da böyle, hepimiz burada muhtemelen hayatla kurduğumuz ilişkilerde zaman zaman tökezlediğimiz anlarda, hayatın gerçekliğine karşı edebiyatın gerçekliğini tercih ediyoruz. Raskolnikov’u tercih ediyoruz, Oblomov’u tercih ediyoruz. Hayatınızdaki güçlü karakterleri düşünün. Bugün bile biz birtakım durumları edebiyat karakterlerinin durumlarıyla özdeşleştiriyoruz. Öğretmen oluyoruz, Çalıkuşu diyoruz. Çünkü Feride güçlü bir karakterdir. Birçok örnek verebiliriz. Hatta Don Kişot adının bir davranış biçimi, insanlığın bir eylemi, bir tavrı olarak tanımlanıyor. Biz diyoruz ki; Don Kişot gibi davranıyor. Bir roman karakterinin ismi, bir davranış biçimine dönüşmüş durumda, bu kadar güçlü. O yüzden ben yaptığım işi ciddiye almak açısından sadece bunun için söylemiyorum ama hepimizin hayatında bir gerçeklik kurmak için söylüyorum. Edebiyatın gerçekliği en az hayatın gerçekliği kadardır. Zaman zaman ondan daha güçlü, daha derin ve daha çok ihtiyaç duyduğumuz bir şeydir. Bu yüzden de iyi ki edebiyat var.”

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mümin Ağcakaya Arşivi
SON YAZILAR