Kaşıntıdan Siyasete: Siyasal Bedenin Ağrı Eşiği
Tıpta “kaşıntı”, ağrının en hafif hâlidir. Siyasal beden de böyle çalışır: önce hafif bir huzursuzlukla başlar. Görmezden gelirseniz, ağrıya dönüşür. Türkiye’nin siyasal bedeni ise uzun süredir kaşınıyor… ve artık ağrıyor.

Kaşıntı, bedenin kibarlıkla attığı ilk uyarıdır. “Bir şeyler ters gidiyor” der ama bağırmaz. Ağrı ise doğrudan emreder: “Beni görmezden gelemezsin!”
Sinir sistemi için neyse, kamusal düzen için de odur. Çünkü erken uyarılar dikkate alınmazsa, sorun derinleşir; bastırıldıkça yayılır.
Peki, Türkiye’nin siyasal bedeni hangi aşamada?
Son yıllarda sık sık şu soruları duymadık mı?
“Bu karar adil mi?”
“İfade özgürlüğü neden bu kadar daraldı?”
“Bu kadar gözaltı neden var?”
Bunlar birer siyasal belirtidir — kamusal vicdanın yüzeye vuran ilk tepkileri.
Bu işaretler ciddiye alınmadığında, sorun yalnızca büyümez; sıradanlaşır. Tepki vermeyen bir sistem, sağlıklı değil, alışmış bir sistemdir.
Eğer sinir sistemi gibi işleyen bir siyasal düzenimiz olsaydı, bazı eşiklerde refleks göstermesi gerekirdi:
• Basın özgürlüğü kısıtlandığında, kamusal alanın sinir uçları yanardı.
• Seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınması, yerel iradenin felç edilmesidir.
• Yargının siyasallaşması, adalet mekanizmasının reflekslerini devre dışı bırakır.
• Gazetecilerin tutuklanması, sistemin “acı” sinyalidir; artık saklanamaz.
Ama biz çoğu zaman sorunun kaynağıyla değil, yarattığı sesle ilgilendik.
“Ses çıkarma, huzur bozulmasın” dedik.
Oysa huzur, sessizlik değildir. Tepki vermeyen toplum sağlıklı sayılmaz; sadece bastırılmıştır.
Burada reçete nettir: Ağrı kesici değil, adalet.
Sorunu görünmez kılmak çözüm değildir. Erken uyarılar dikkate alınsaydı, bu kadar ağır müdahalelere ihtiyaç kalmazdı. Ama siyasal iktidarlar çoğu zaman “görünür yara yoksa sorun da yoktur” anlayışıyla hareket eder. Yani meseleyi iyileştirmek yerine, belirtinin konuşmasını engeller.
Bu sinyalleri daha önce de yaşadık.
Gezi Parkı’nda bir ağacın kesilmesiyle başlayan toplumsal huzursuzluk, orantısız güçle bastırıldığında geçmedi; kalıcı bir kırılmaya dönüştü.
OHAL döneminde binlerce insan kamusal hayattan tasfiye edildi; sistem “her şey kontrol altında” dedi ama adalet duygusu derin yara aldı.
Boğaziçi protestolarında gençler “Buradayız” dedi; cevap, dinlemek değil yönetmek oldu.
Kürt meselesi, yıllardır bu bedenin bir tarafında hissizlik yaratıyor; “yürüyebiliyoruz” diye seviniyoruz ama denge çoktan bozulmuş durumda.
Ekonomi ise bu yapının dolaşım sistemi: enflasyon yükseldikçe kan gitmiyor, fakat yetkililer hâlâ “değerlerimiz yerinde” demekte ısrar ediyor.
Benzer belirtiler yalnızca Türkiye’ye özgü değil.
ABD, George Floyd’un ölümünden sonra eşitlik ve adalet tartışmasını bastırmak yerine gerçekten yüzleşseydi, bu yara hâlâ kanıyor olmazdı.
Fransa’da Sarı Yelekliler, sistemin periferisinden gelen bir tepkiydi; cevap, kamusal diyaloğu genişletmek değil, güvenlik refleksini sertleştirmek oldu.
İngiltere, Brexit sonrası milliyetçiliği bir çözüm gibi sundu ama bu tercih, toplumsal bağışıklığı güçlendirmek yerine zayıflattı.
Ve Rusya…
Orada mesele artık tepki vermek değil; tepki verecek sinir uçlarının tamamen kesilmesi. Muhalefetin susturulduğu, medyanın tek sesli hâle getirildiği bir yapıda toplum ağrı hissetmiyor olabilir. Ama hissizlik, iyileşme değil; çöküştür. Hissiz bir beden uzun süre ayakta kalmaz.
Türkiye’de tablo tanıdık:
İktidar sürekli “her şey yolunda” diyor.
Muhalefet ise “biz olsak daha az kötü olurdu” diyerek aynı düzenin farklı bir versiyonunu vaat ediyor.
İkisi arasındaki fark, sorunun yerini değiştirmekten ibaret. Biri başı, diğeri bacağı işaret ediyor; ama beden aynı beden.
Bir siyasal yapının refleks sistemi; bağımsız yargı, özgür medya ve gerçek seçimlerdir.
Bu mekanizmalar devre dışı bırakıldığında, kamusal vicdan körelir.
Sonra bir sabah, toplum hiçbir şeye tepki vermediğini fark eder.
İşte o an sorun çözülmüş değil, normalleşmiş olur.
Bu normalleşme ise otoriterleşmenin en sessiz biçimidir.
Bir ülkenin hâlâ rahatsızlık hissediyor olması kötü haber değil. Aksine, bu hâlâ canlı olduğumuzu gösterir.
Ama sürekli “alışırız” demek, iyileşmek değildir.
Toplumları susturarak değil, dinleyerek yönetebilirsiniz.
“Her şey yolunda” demek yerine “Neden bu kadar rahatsızlık var?” diye sormak gerekir.
Kısacası, siyasal tıpta iyileşme; sorunu bastırmakla değil, nedenini anlamakla mümkündür.
Unutmayın: Bir toplum rahatsızlık hissini kaybettiğinde, vicdanını da kaybeder.
O yüzden ilk belirtileri ciddiye alın. Çünkü bir gün, artık hiçbir şey hissetmediğinizi fark edebilirsiniz.
Ve eğer bu yazıyı okuyanlar “Bize mi diyor?” diye soruyorsa…
Muhtemelen diyordur.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.