Kökleri Kesilmiş Ruhlar: Aidiyetin Yitirilişi
Murat AKBAŞ
Modern çağın insanı kalabalıklar içinde yaşıyor ama içten içe hep şunu fısıldıyor: “Hiçbir yere ait değilim.” Bu cümle, bir hissin değil, bir çağın tanımıdır aslında. İnsanın yalnızca ne hissettiğiyle değil, neye tutunamadığıyla da ilgilidir. Ve belki de bugün yaşadığımız en derin krizlerden biri budur: Aidiyetin yitirilişi.
Aidiyet, sadece bir yere mensup olmak değildir. Varoluşsal bir güvencedir. İnsan, ancak bir yerle, bir dille, bir yüzle, bir anlamla bağ kurduğunda kendini tamamlanmış hisseder. Aksi hâlde dünya, ona ait olmayan bir şey gibi görünür. Bir tür içsel sürgünlük hali başlar.
Alman filozof Axel Honneth, bu kopuşun temelinde “tanınmama” olduğunu söyler. Tanınmak, görülmekten daha fazlasıdır. Bir bireyin duygusal dünyasının, hak öznesi olarak varlığının ve topluma sunduğu katkının kabul görmesidir. Sevgiyle tanınmayan birey yalnızlaşır, hukukla tanınmayan birey eşitsizleşir, değerle tanınmayan birey silikleşir. Ve sonunda kendisine bile yabancılaşır.
Bugünün dünyası bireylere özgürlük vaat ediyor; ama bu özgürlük, çoğu zaman köksüzlükle el ele yürüyor. Kimlikler esnek ama istikrarsız. İlişkiler bol ama yüzeysel. Kurumlar var ama insanı tanımayan mekanizmalara dönüşmüş durumda. Devlet, vatandaşı sayılarla temsil ediyor. İş yerleri, insanı performansla ölçüyor. Eğitim, bireyin iç sesini değil, sınav puanlarını önemsiyor.
Bu dünyada insan kendini görünür hissedebilir ama tanınmış hissedemez. Bu yüzden çalıştığı yere, yaşadığı şehre, hatta kendi hayatına bile bağlanamaz. Her şey geçici, her şey mesafeli.
Sosyal medya, bu kırılmanın estetikleşmiş biçimidir. Birey, kendini görünür kılarak tanınmayı umar. Ama bu tanınma, gerçek bağlardan yoksundur. Görüntü vardır ama temas yoktur. “Beni beğenin” çağrısı, aslında “beni fark edin” çığlığıdır. Ama ne kadar yankı bulursa bulsun, içerideki boşluğu doldurmaz.
Ve belki en çelişkili olan: Artık politika bile aidiyet üretmiyor. Eskiden siyasal katılım bir davaya, bir topluluğa, bir umuda ait olmak demekti. Bugün ise siyaset, daha çok ayrışma, etiketleme ve kamplaşma alanına dönüşmüş durumda. Fikirlerin yerini kimlikler, tartışmaların yerini hakaretler alıyor. Herkes konuşuyor ama kimse birbirine dokunmuyor.
Bu yüzden insanlar, bir görüşe sahip olsalar da bir yere ait hissedemiyor. Politikleşme artık bir bağ kurmuyor, aksine bireyi daha da yalnızlaştırıyor. Ait olmayı vaat ediyor ama sonunda bir başka yalnızlık biçimine dönüşüyor.
Aidiyetin kaybı, sadece bireyin iç dünyasında yaşanan bir çöküş değil, toplumun da harcını zayıflatan bir süreçtir. Çünkü ait hissetmeyen insan, ortak değer üretmez, kuruma bağlanmaz, sorumluluk hissetmez. En iyi ihtimalle hayatta kalır, ama yaşamaz.
Çıkış, tekrar birbirimizi tanımaktan geçiyor. Sadece görsel değil, varoluşsal bir tanımadan. Bireyin değerini işleviyle değil, varlığıyla ölçen bir yaklaşımdan. Çünkü insan ancak tanındığında kök salar. Ve ancak kök salan insan bir yere, bir topluluğa, bir zamana ait hisseder.
Aksi hâlde bu dünya, hepimizin üzerinde yaşadığı ama kimsenin içinde barınamadığı bir yere dönüşür: Tanımayanlar ve tanınmayanların dünyasına.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.