Murat AKBAŞ

Murat AKBAŞ

Kent: Bir Mücadele Alanı

Kent: Bir Mücadele Alanı

Murat AKBAŞ

Kentlerde yaşadığımız ya da gözlemlediğimiz dönüşümler çoğu zaman bize doğal, kaçınılmaz veya rastlantısal gibi görünür. Oysa bu yazıda paylaşmak istediğim düşünceler, bu süreçlerin hiç de kendiliğinden meydana gelmediğini, aksine belirli toplumsal ve ekonomik dinamiklerin ürünü olduğunu göstermeye çalışıyor.

Kentlerde olup bitenleri daha derinlemesine kavramak için, Henri Lefebvre ve David Harvey’in açtığı düşünsel yollara başvuruyorum.

Çünkü her iki düşünür de, kent ile sermaye arasındaki ilişkinin gizli mantığını büyük bir açıklıkla ortaya koymuşlardır.

Kentlerde yaşanan dönüşümler, yabancılaşmalar ve çelişkiler tam da onların tarif ettiği gibi işler.

Bu yazı, bir bakıma, gözümüzün önünde olup biten ama çoğu zaman görünmez kılınan bu süreçleri görünür hale getirme çabasıdır.

Kent, insanlık tarihinin yalnızca fiziksel birikimi değil; aynı zamanda toplumsal ilişkilerin, üretim biçimlerinin ve iktidar mücadelelerinin mekânda yoğunlaşmış halidir. Ancak bu yoğunlaşmanın doğası, kapitalist üretim ilişkileri tarafından derinden şekillendirilir. Henri Lefebvre ve David Harvey, mekânı yalnızca üzerine basılan bir zemin olarak değil, toplumsal süreçlerin ve çatışmaların aktif bir ürünü olarak kavrarlar.

Henri Lefebvre’e göre kent, insanların gündelik yaşamlarını kolektif olarak ürettikleri bir “toplumsal mekân”dır. Ancak kapitalist toplum, bu üretimi yabancılaştırarak mekânı kullanım değerinden koparır ve bir değişim değeri nesnesine dönüştürür. Yaşanmış mekânlar böylece piyasa mantığına tabi tutulur; kent, özgürlüğün ve ortak yaşamın sahnesi olmaktan çıkıp sermaye birikiminin ve sınıfsal tahakkümün aracı haline gelir.

Lefebvre, mekânı durağan bir arka plan değil, çatışan sınıf çıkarlarının mekânsal bir ifadesi olarak görür. Kent, teknik kararlarla değil, toplumsal ve siyasal mücadelelerle biçimlenir. Bu nedenle kentsel mücadele, daha iyi hizmet ya da estetik kaygıların ötesinde, doğrudan sınıf mücadelesidir. Kent hakkı, yalnızca erişim değil, mekânın kolektif üretimi ve yönetimi üzerinde söz sahibi olma talebidir.

David Harvey ise Lefebvre’in bu analizini kapitalist kriz döngüsüyle daha sistematik biçimde bütünleştirir. Harvey’e göre sermaye krizleri aşmak için yeni mekânlar üretmek zorundadır. Bu yüzden kentsel mekân, yalnızca yaşam alanı değil, aynı zamanda sermaye birikimini sürdüren ve krizleri soğuran stratejik bir araç haline gelir. Yeni konutlar, altyapılar ve projeler sadece ihtiyaçlardan değil, sermayenin dinamiklerinden doğar.

Harvey’in “mekânsal çözüm” kavramı, kapitalizmin kriz eğilimleri ile mekânın sürekli dönüşümü arasındaki bağı gösterir. Böylece kentleşme, kapitalist sistemin kendini yeniden üretmesinin zorunlu bir boyutu olur.

Her iki düşünür de mekânın tarafsız olmadığını, aksine iktidar ve eşitsizlik ilişkilerinin somutlaştığı bir mücadele alanı olduğunu vurgular.

Mekânı kimin, hangi amaçla ürettiğini anlamak; toplumsal iktidar ilişkilerini sorgulamanın ve değiştirmenin ilk adımıdır.

Şimdi isterseniz, yaşadığımız kentlerde tanık olduğumuz tüm bu dönüşümleri, ayrışmaları ve çelişkileri Lefebvre ve Harvey’in ışığında yeniden okumaya ne dersiniz?

Belki de o zaman, “doğal bir ilerlemenin” kaçınılmaz sonuçları sandığımız birçok sürecin, aslında belirli iktidar odakları tarafından kurgulanan, sistemli ve politik tercihlerle yürütülen bir yeniden yapılanmanın ürünü olduğunu daha açık bir şekilde görebiliriz.

Bu yeniden okuma, sadece mevcut düzenin işleyiş mantığını anlamakla kalmaz; aynı zamanda bireysel şikâyetlerin ötesine geçip, kent mekânının nasıl bir toplumsal tahakküm aracına dönüştürüldüğünü kavrayarak kolektif bir bilince varmamıza da kapı aralar.

Çünkü kentte olup bitenler, bireysel mağduriyetler toplamı değil; sistematik bir dışlama, mülksüzleştirme ve eşitsizlik üretim sürecinin sonuçlarıdır.

Bu farkındalık, kenti yalnızca barınan, çalışan ve tüketen bireylerin alanı olarak görmekten vazgeçip; onu emekçilerin, yoksulların, kadınların, gençlerin, göçmenlerin ve kent hakkı gasp edilen tüm kesimlerin ortak özgürlük sahası olarak yeniden düşünmemizi sağlar.

Ve daha da ötesi: Bu farkındalık, örgütlü bir karşı hamle için stratejik bir başlangıç noktası haline gelir.

Çünkü kent, yalnızca fiziksel bir çevre değil; iktidar ilişkilerinin kurulduğu, meşrulaştırıldığı ve sürekli yeniden üretildiği temel bir stratejik alandır.

Sermaye, yalnızca malları değil, mekânı da üretir ve bu mekân üzerinden toplumsal hayatı biçimlendirir.

Mekân üzerinde kurulan her denetim, doğrudan insan yaşamı üzerinde kurulan bir iktidar anlamına gelir.

Ve bu nedenle, kenti kim denetliyorsa, toplumsal hayatın sınırlarını ve olanaklarını da o belirler.

Şimdi soru çok daha net, çok daha yaşamsal bir şekilde önümüzde duruyor:

Kentleri kim için ve nasıl bir hayat için üreteceğiz?

Kentleri, ayrıcalıklı azınlıkların kâr sahası mı yapacağız, yoksa çoğunluğun özgürleşme mekânı mı?

Mekânı sermayeye mi teslim edeceğiz, yoksa kolektif emeğin, adaletin ve özgürlük arzusunun ortak ürününe mi dönüştüreceğiz?

Bu tercihi yapmadan, ne kent hakkından ne de gerçek bir toplumsal özgürleşmeden söz etmek mümkündür.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Murat AKBAŞ Arşivi
SON YAZILAR