Ceylan Alkan

Ceylan Alkan

Sevgili arsız ölüm

Sevgili arsız ölüm

1957 yılında Kayseri’nin Bünyan ilçesine bağlı Karacefenk Köyünde dünyaya gelen Latife Hanım, eserlerinde sunmuş olduğu kendine özgü üslubu ve yaklaşımıyla edebiyat dünyasının tanınan simalarındadır. Kendi hayatından kesitler taşıyan Sevgili Arsız Ölüm adlı eserinde köyden kente yerleşen bir ailenin hayatını masalımsı bir anlatımla okurlarına sunmuştur. Berci Kristin Çöp Masalları, Gece Dersleri, Buzdan Kılıçlar, Aşk İşaretleri, Ormanda Ölüm Yokmuş, Unutma Bahçesi, Muinar, Rüyalar Ve Uyanışlar Defteri. Ayrıca vermiş olduğu dokuz yıllık aradan sonra Manves City ve Sürüklenme adlı iki romanı ile aynı anda okuyucularıyla buluşmuştur.

 

DEĞİL SEN, BEN DEĞİL; BİZ OLAMADIK

               Bir tohumdur; çocukluk dönemi… “Ne ekersen, onu biçersin” in en ince ayrıntısıyla mealini ve dahi tefsirini okudum diyebilirim Latife hanımın vesilesiyle; kitapta sunduğu aile profilinde. Romanı henüz okumayan varsa, merak içinde okumaları adına her ayrıntıyı, bile isteye vermeyeceğimin uygun düşeceği kanaatindeyim.

              Şöyle bir iç çekerek başladım kitaba, sanki derin sularda yüzeceğimi hissedercesine… Sanırım kitabı elime almamla birlikte adı yansımıştı benim de haleti ruhiyeme... Karşımda bir köy ortamı duruyordu. İşlek bir cadde, sağlı sollu dükkânlar veya rengârenk ışıklarla albenisi olan mağazalar yok… Yüreğine kir değmemiş, tertemiz çocuklar oynuyor kapı önlerinde… Bir toplumun önsözü olan çocuklar… Size köyün yemyeşil oluşunu, erkeklerin ekmek parası derdinde tarlalarda ter döküp, kadınların da ev işleriyle yorulduğu ve çocuk büyütme derdinde olduğu sessiz, sakin bir köyden bahsetmeyi çok isterdim fakat bayağı hareketli bir köyün tam da orta yerine düştük hep birlikte… Yeni şeylere bir o kadar meraklı olmalarına rağmen, keskin ve fikri sabit insanlarının olduğu, olağanüstü doğa olaylarının hayatlarında yer bulduğu bir köy…

              Akl-ı selim insanların bulunmadığı bir ortamda yaşıyorsanız, ruh sağlığınızı korumanız zordur; hele ki, kötü masallar içinde yaşayıp yüreğinizin kapısı her türlü rüzgâra açık bir çocuksanız... Dirmit kız; henüz dünyaya gelmeden, delinin birinin kuyuya bir taş atıp bin akıllının da çıkaramadığının bedelinin ödetildiği, kurulan güzel hayallere kendi dünyasının ötesini sığdıramayan insanların varlığı, duvarlara değil de ruhuna çizikler atmıştı adeta; sevgi ve şefkate aç olan ruhunun çırpınışını hissettikçe, anne kucağında değil de yapayalnız yüreği cam kırıklarıyla kanıyordu; masum duruşlu çocuğun… Kim istemezdi ki çocuğunu kucağına alıp sarıp sarmalamayı, öpüp koklayıp fıtratını bozmadan büyütmeyi? Huvat ailesinin bireylerinin en büyük şanssızlığıydı belki de; annelerinin geçmişini arayıp durması ve bulamayışı… Köye gelin gelmesiyle birlikte kimsesiz büyümenin yarasını köy ahalisine hemen ayak uydurarak sarmaya çalışmıştı evin annesi; Atiye. Onların kavramlarıyla onların kurmuş olduklarıyla yaşadıkça bir başka varlığa dönüşmüş, onlara benzemişti. Bir nevi kendi alıcılarıyla oynandıkça o da çocuklarının ve eşinin alıcılarıyla oynamış; saatlerini, günlerini, zihnini ve kalbini tamamen sarmış olan hurafelerle…

             ‘Ben’ dedikçe bencilleşen, ‘sen’ dedikçe suçlayan ama bir türlü ‘biz’ olmayı başaramamış, yedi çocuklu bir aile Huvat ailesi. Yolları birbirlerini anlamaktan uzak düşen, sadece hissettikleriyle ortalığı talan eden bir anne, din(i)dar bir baba ve fıtratları bozulan çocuklar… Tabii köy ahalisini saymak istemiyorum zira onların ruh hali hiç de parlak değil! ‘Köyün delisi’ tabiri vardır, her köyün bir delisinin olduğu söylenir. Fakat bu köy bu konuda bayağı şenlikli… Daha sağlam bir ifadeyle; herkesin birbirini yargılaması için bir söylenti kâfi ve gayette mahirler… Hani birbirine akıl veren, doğruyu gösterecek bir akıllı ara ki bulasın! Çok ta oyunlar oynanıyor bu köyde mesela bunların arasında  ‘kulaktan kulağa’ oyununda oldukça iyiler; sanırım her şeye kulak kesilmenin verdiği bir başarının mutluluğunu yaşıyorlar her ne kadar yanlış olsa da…

             Yaşamaktan arta kalan hayatların varlığı gözler önüne serilmiş. Evlerine yeni katılan gelin Zekiye ile şehre göç eden Huvat ailesi için yeni yeni imtihanlar kapıdaydı. Yedi çocuk her biri farklı iniş çıkışlar, farklı ferdi buhranlar içinde ama en çok Dirmit acıtıyor yüreğimi. Yaşadıklarını okudukça hayalimde onu kucağıma alıp sevdiğim ve teselli edip yüreklendirmeye çalıştığım çok oldu. Eşyalar insanlardan daha merhametli olur muydu? Anlam yüklenirse olurdu elbette… Sen onu bırakmayıncaya kadar o seni bırakmazdı ne de olsa… Ve insanlar kadar acımasız da değillerdi… Dirmit ruhunu iyileştirmenin yolunu bulmuş kendince; merhameti insanlarda aramaktan vazgeçerek… Yeri gelmiş sokakları evi; ağaçları, duvarları, bulutları, evleri kardeşi; denizi anne ve göğü de baba yerine koymuş. Çok bir seçenek bırakmamış yaşadıkları çünkü neye bağlansa alınmış elinden, saklanmış, kaybettirilmiş… Şehre göç edeceklerinde dahi Dirmit fıtratındaki güzel bir vefa ile kahır gibi bir acı saplanarak yüreğine soluğu sırlarını paylaştığı sadık dostu tulumbanın yanında almıştı. İçinde bir avuç dolusu gözyaşıyla kimi zaman içlense de, dertlense de, güçsüzlüğe yenik düşüp sükûta erse de; çaresizlikle bir köşeye çekilmek yerine mücadele etmeyi seçmiş hayat karşısında. Masumiyeti her defasında yok edilse de; kandırarak, kanıksatarak, alıştırarak ve unutturarak…

              Sadece hissettikleri ile kıyabilir miydi bir insan bir insanın canına? Kastedebilir miydi ruhuna? Peki, ölüm dediğimiz şey sadece toprağa gömülünce gerçekleşen bir olay mıydı? Duygular da ölmez miydi yaşarken ve ya sözcükler de tükenmez miydi, tüketilerek? Bir insan kaç olumsuz yıkıcı cümle ile ruhunu teslim ederdi Allah’a? Sadece bir kişinin değil aynı anda birçok kişinin de yaşarken ölümüne şahitlik ettiriyor; Sevgili Arsız Ölüm…

                          Kavramlarımız işgal edilmiş, algılarımız, zihinlerimiz ve bununla birlikte haliyle fikir dünyasında hissettiklerimiz… Küçük şeylere büyük, çok büyük anlamlar yüklüyor oluşumuzla birlikte kaybettiklerimiz… Ve en acısı da kaybettiğimizin farkında olmayışımız; bilmiyorum belki de kaybettiğimizi kayda değer bulmayışımız… İşin edebiyatını bir kenara bırakıp; başımızı iki avucumuzun arasına mı alırız yoksa dizimizi mi döveriz bize kalmış ama dini doktrinlerde özü anlamadan, feyzine varmadan ayrıca teslimiyeti de hiçe sayıp, kişiyi inkâra kadar götürecek mesnetsiz ve mübalağalı her şeyden uzak durmamız bizim faydamıza olacağı kesin… Demem o ki; sorgulamamız, değiştirmemiz gereken onca şeyin arasında; nice üretebilecek beyinleri, nice kıymetli potansiyelleri nasıl ve ne uğruna kaybediyor oluşumuzun bir nebze farkına varmamıza vesile olsun Sevgili Arsız Ölüm…

Ceylan Alkan

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ceylan Alkan Arşivi

Kalp

18 Eylül 2020 Cuma 05:51
SON YAZILAR