Adalet, ısıtmaz ama yakar
"Hukukçu değilim. Ama adaletin bu kadar uzaklarda, dosya raflarının arasında kaybolduğunu görmek için diplomasızlık engel değil. Belki çaresizlikle, belki de tam da sizin dediğiniz gibi 'hukukçuların iyi niyetine sığınarak' yazıyorum bunları. Çünkü biliyorum ki adalet, ısıtmaz; bekleyenin ellerini, yüreğini, en çok da inandıklarını yakar. "Hem de öyle bir yakar ki, geriye küllerinden 'Belki bir gün...' diye fısıldayan bir hayal kalır."
Acı çeken bir insan için adaletin vakti yoktur. Takvime bakmaz, dosya numarası sormaz, "Duruşma ertelendi" lafını duymak istemez. Çünkü o insan, bazen eline hukuk kitaplarını alıp "Bekleyebilirsin" diyen sayfaları yakmak ve onlarla ısınmak ister. Ama ne yazık ki, hukuk kitapları iyi yanmaz; hem vicdanı hem umudu daha da dondurur.
Platon, “Adalet, her birine gerekeni vermektir” demişti. Güzel laf. Ama biz ne veriyoruz? "Sabredin, sıranız gelecek." Markette fiş verir gibi hak dağıtıyoruz: "Biraz bekleyin, şu dosyayı da alalım, sizin haksızlığınıza da sıra gelecek." Sıra gelir mi, orası meçhul.
Adalet, aslında yargıç cübbesinden önce içimizde olmalı. Ama çoğumuzun içi, adalet duygusu açısından "boş kutu" gibi. Dokunmadığı sürece susarız. Gandhi der ki: "Adaletsizliği işleyen, çeken ve ona ses çıkarmayan, hepsi birden suçludur." Ne diyelim, suça iştirak eden çok.
Bir başkasının hakkı gasp edildiğinde omuz silkeriz, ama biri bizim park yerimize yanlışlıkla girsin... Mahalle karışır, WhatsApp grubu kaynar. Bu kadar mı benciliz? Evet, bu kadarız. Çünkü bizde adalet, başkasına değil, sadece "bize adalet"tir.
"Adaletsizlikle savaşıyoruz" diyoruz ya hani... Aslında savaştığımız şey, cehaletle korkunun el ele verip "adalet maskesi" takmış hali. Çünkü adaletsizliğin en sağlam kaleleri, "bana dokunmazsa sorun değil" diyen zihniyetle örülüyor.
Gelelim esas konuya: Hukuk, bir cambazlık gösterisi midir, yoksa insan hakkı mı?
Kâğıt üzerinde insan hakkı, pratikte ise kelime oyunları... Evet, hukukumuz bazen bir tür "dilbilgisi olimpiyatı"na dönüşüyor. Anacharsis boşuna dememiş: "Kanunlar örümcek ağı gibidir; küçük sinekleri yakalar, büyükleri ise delip geçer." Biz hâlâ sinek olup olmadığımızı tartışırken, örümcek ağına takılıp kalıyoruz.
Demokrasilerin temeli hukuktur, evet. Ama o temel sadece satır aralarında kalınca, demokrasi de ancak bir çocuk masalına benziyor. Okunuyor, gülümseniyor, sonra unutuluyor.
“Hukukun üstünlüğü” diyoruz, kulağa muazzam geliyor. Ama işin gerçeği şu: O "üstünlük", her gün biraz daha yerin dibine doğru kazılıyor. Direkler çatırdamıyor, resmen çürüyor.
Bir ülke "Bekaa Vadisi" gibi sağlam olmalı, diyoruz. Ama bu sağlamlık tankla, topla değil; adaletle kurulur. Unutmayalım: En büyük güç, adalet ve gerçektir. Ama bizde bu iki kelimeyi bir araya getirmek, bir mucize gibi karşılanıyor. Neden? Çünkü sistemdeki her delik, "Hadi canım, o kadar da değil" denilerek yamalanıyor.
Bugün adil olmayan bazı yasalar mevcuttur. Onlara itaat etmekle yetinelim mi? Yoksa bu yasaları değiştirinceye kadar onlara itaat mi edelim? Yoksa bu yasaları ihlal mi edelim? Bu tür bir devlet yönetimi altında insanlar genellikle çoğunluğu ikra edinceye kadar beklemek gerektiğine inanırlar. Eğer yasalara karşı gelinirse, çözümün mevcut kötülükten daha kötü olacağını düşünürler. Tam burada Henry David Thoreau “Fakat bilmelidir ki devletin kendisi çözüm olarak mevcut kötülükten daha kötüdür”. Sözünü hatırlanıyor.
Bugün adaletsizlikleri tek torbada "sistem hatası" diye kodluyoruz. Evet, torbayı ağzına kadar doldurduk. Ama dikkat: O torba bir gün patlar. Patladığında sesini "kulaklar duysun", çünkü vicdanlar çoktan sağırlaştı.
Keyfilik ve adaletsizlik, toplumu içten içe çürütür. Biz ise çürüyen yeri değil, kokuyu bastırmaya çalışıyoruz. Onarıcı adalet dediğimiz şey, yara bandı değil; yaranın sebebini ortadan kaldırmak. Ama biz önyargıları seviyoruz. Sanki aile yadigârı gibi... Nesilden nesile aktarıyoruz.
“Adalet, eşitlik, bağımsızlık”… Bunlar çok güzel kelimeler. Ama içleri boşaltıldığında, oyuncak gibi görünen kelimeler, birer silaha dönüşebilir. William Godwin’in sözünü hatırlayalım: “Eşitlik olmadan özgürlük, bir tiranlıktan başka bir şey değildir.” Maalesef biz, tiranlığı bazen özgürlük sanıyoruz.
“Adalet, bir lüks değil. İnsana borçlu olunan bir hak”. Bu hakkı isteyenler, sadece kendileri için değil, herkes için ister. O yüzden, bu mücadele bireysel değil, toplumsal bir yükümlülüktür.
Ve unutmayalım: Eğer bugün susarsak, yarın "adalet" diye bağıracak kimse kalmayabilir. Çünkü adalet, “şimdi” istenir. Yarın? O, belki de hiç gelmeyecek.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.