İçimizdeki Çöl: Yağmur Duasına Çıkacak Yüzümüz Kaldı mı?
Bir zamanlar gökyüzü kuruduğunda, toprak çatladığında insanlar toplanıp yağmur duasına çıkardı. Bu sadece bir ritüel değildi; kolektif bir tevazu, kadere boyun eğiş ve en önemlisi samimi bir yakarışın ifadesiydi. Eller göğe açılırken, yürekler de hakikate açılırdı. İnsan, kibrini değil aczini semaya sunardı. Bugün o duaya inanmıyor muyuz, yoksa o duayı hak edecek temiz bir vicdandan ve sağlam bir ahlaktan yoksun olduğumuzu mu biliyoruz? Ne yazık ki ikinci ihtimal daha yakın duruyor.
Modern insan, kendi elleriyle kendi ruhunu çöle çevirdi. Bir yanında kapitalizmin açgözlü canavarı, diğer yanında sekülerizmin soğuk ve yalnız dünyası… Sıkıştığı bu dar koridorda nefes alamayan insan, anlamını yitiriyor. Gökten yağmur bekliyoruz ama asıl kuraklığın kendi içimizdeki manevi çölleşmeden kaynaklandığını görmekten aciziz. İşte bu körlük, çağımızın en büyük trajedisi.
Kapitalizm: Ruhu Tüketen Makine
Kapitalizm, insana tarihin belki de en acımasız aldatmacasını sundu: “Tüket, çünkü sen tükettiğin kadar varsın.” Bu zehirli vaat, insanı bir “meta-insan”a dönüştürdü. Sistem önce bir eksiklik duygusu üretir, ardından bu eksikliği geçici şekilde dolduracak fakat asla iyileştirmeyecek sahte çözümler sunar. Sonsuz tüketim döngüsünde ruh, bedenden önce çöker. İnsan sürekli daha fazlasını ister ama hiçbir şeyle tatmin olamaz; bağlantı halindedir ama derin bir yalnızlık içindedir; eşyası çoktur ama huzuru yoktur.
Maneviyat yerini markalara, aidiyet yerini trendlere, huzur ise anlık dopamin patlamalarına bıraktı. Böylesine maddileşmiş bir varlığın, manevi bir eylem olan duaya samimiyetle yaklaşması mümkün müdür? İnsan kendi ruhundan koptukça, gökyüzüne açtığı eller de anlamını kaybediyor.
Sekülerizm: Köksüz ve Amaçsız Bir Sürükleniş
Sekülerleşme bize özgürlük vaat etti. Peki bu özgürlük neye dönüştü? Köklerinden, ahlakından ve geleneğinden kopmuş, savrulan bir insan modeline. Biz, “ağırlığından kurtulduk” sandığımız normların aslında bizi hayata bağlayan kökler olduğunu çok geç anladık. Şimdi o kadar hafifledik ki, en ufak bir rüzgârda savrulan toz taneleri gibiyiz.
Günah ve sevap kavramları buharlaştı; yerini “kişisel tercih” kılıfına sokulmuş sınırsız bir ahlaki relativizm aldı. Vicdan rahatsızlığı, yerini “rahatsız olmama hakkına” bıraktı. Kötülük sıradanlaştı, yozlaşma normalleşti. Böylesi bir çürüme içerisinde göğe temiz bir yüzle bakabilmek, saf bir yakarışla dua edebilmek mümkün mü?
Teknoloji: Büyük Yalnızlığın Görkemli Perdesi
Teknoloji, bu çöküşün üzerine örtülen parlak bir perde. İnsan ekranın ışığında kendini bulduğunu sanıyor, oysa aslında kendinden kaçıyor. Dijital dünya, gerçek bağların yerini almadı; sadece onların yokluğunu gizleyen yapay bir ağ sundu.
Bir zamanlar yağmur duasında omuz omuza duran, aynı duayı mırıldanan cemaat; bugün aynı vagonu paylaşsa bile yüzüne bakmadığı, ekranlara gömülmüş yabancılar kalabalığına dönüştü. Sosyal medya dediğimiz şey, sosyalliğin en acımasız parodisidir. Bu dijital kabuğun içinde ruhu titretecek kadar derin bir dua etmek neredeyse imkânsız hâle geldi.
Çığlığa Dönüşen Sessizlik
Bugünün insanı bilgiye aç, bilgeliğe tok. Bağlantısı sürekli, bağı kopuk. Eşyası bol, huzuru yok. İşte bu yüzden yağmur duasına çıkamıyoruz. Çünkü dua, sadece sözlerden ibaret değildir; bir varoluş hâlidir. Temiz bir kalp, berrak bir vicdan ve dünyevi kaygılardan arınmış bir ruh gerektirir. Oysa biz kendi içimizdeki çölü genişletmekten, ruhumuzun kaynaklarını kurutmaktan başka hiçbir şey yapmadık.
Belki de asıl korkmamız gereken gökyüzünün kuraklığı değil, içimizin kıtlığıdır. Yağmur duasının sessizliği, modern insanın attığı en büyük çığlıktır. Bu çığlık bize acı bir hakikati fısıldıyor: İnsan, maddi dünyada ilerlerken ruhunu ıssız bir vadide unuttu.
Maneviyatın kuruduğu yerde ne yağmur yağar ne de bereket iner.
Önce kendi içimizdeki çöle bir damla su lâzım. O damla, tevazu damlasıdır.
Gerisi zaten rahmettir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.