Zülküf Kışanak

Zülküf Kışanak

Karacadağ, Mitani’dir, Huri’dir, en çok da Kürt’tür…

Karacadağ, Mitani’dir, Huri’dir, en çok da Kürt’tür…

Karacadağ’ı iyi bilirim, taa çocukluğumdan bu yana. Kabem gibidir, biraz Şengal’imdir, biraz Cudi’m, biraz da Düzgün Baba’m… Kutsal dağların piridir, kalbidir, güneşidir benim için. Kura Mandel’i, Mêrgemîr’i, Zınarzer’i görmeden, bilmeden dinlerin ortaya çıktığı ilk tapınakları, ilk köyleri, ilk çiftçileri, ilk çobanları nasıl anlayabilirim, ilk koçerleri nasıl bilebilirim, izlerini nasıl sürdürebilirim? Hikayeleriyle büyüdüğüm ülkemde, ömrüm boyunca gittiğim her yerde, her yolculukta efsaneleriyle yol aldığım Karacadağ, barındırdığı dil, kültür, inanç özelliğiyle biraz Diyarbakır’dır, biraz Urfa’dır, biraz da Mardin’dir, en çok da Mitani’dir, Huri’dir, Kürt’tür…

*

Tarihin başladığı, sözün hayat bulduğu, dahası insanın toplumsallaştığı yer olmalı Karacadağ. Bir anlamıyla insanın dünyayı baştan başa dönüp dolaşmaktan bıktığı, başka bir yerde daha iyisinin olmadığına karar verdiği, soluklandığı, konaklandığı, ilk kazığı toprağa çaktığı, belki de ilk korunağı, ilk sığınağı, ilk barınağı akıl ettiği, ilk yuvayı kurduğu, ilk tohumu ektiği, ilk hayvanı yaşamına ortak ettiği coğrafyadır, topraktır, dağdır, Karacadağ. Muhtemelen de ne gecesi gece, ne gündüzü gündüz olan o ilk yerleşimci insanın, “Aradığım yer tam da burasıdır, ötesi yok, berisi yok...” dediği, sevincini yaşadığı, mutluluğunu paylaştığı, binlerce yıl devam eden, bir türlü bitmek bilmeyen koca bir günün sonunda yerleşik hayata geçtiği yerdir, yurttur Karacadağ...

Karacadağ’ın Çayönü, Çemê Halan, Kortiktepe, Nevala Çori, Göbeklitepe, Karahantepe gibi gün yüzüne çıkmamış, henüz bilmediğimiz onlarca, belki de yüzlerce yaşam alanının, neolitik yerleşimin; kayıp antik kent İzal’ın, Xweşkani’nin, Tuşhan’ın, Yukarı Mezopotamya’nın başkenti Diyarbakır’ın, Urfa’nın, Mardin’in bulunduğu coğrafyanın göbeğinde, dahası kalbinde bulunması, dört kutsal kitapta yer alan güzelim Dicle’ye, Fırat’a nazır olması, onlara yaren olması bunun kanıtı, delili değil mi...

*

Karacadağ sadece bir tüf yığını, bir taş deryası değildir, aynı zamanda bir ucu Dicle’ye diğer bir ucu ise taa Fırat’a dayanan onlarca yer altı, yer üstü çayı, dereyi, su kaynağını içinde barındıran ucu bucağı olmayan verimli topraklardır, geçmişi binlerce yıla dayanan kendine has kültürü, dili olan, dahası geçmişi ilk tapınaklara kadar uzanan, pagan dinlere kadar giden bir inancı yaşayan, çevresine aydınlık yayan eşsiz bir coğrafyadır…

Dilde kendine has bir ağzı vardır Karacadağ’ın, konuşulan Kürtçe’nin hem Zazakî hem Kurmancî lehçesinde bunu görmek mümkündür. Her iki lehçede de dili adeta damağa yapıştırarak r’yi şeddeli ve çok fazla uzatır. Uzun seslilerden e, ê, a, î ve o ünlüleri konuşulan ağza hâkimdir. Bu sesler ağızdan adeta dışarıya doğru süzülüyormuş gibi, Dicle’den Fırat’a kanatlanıyormuş gibi çıkıyor. Siverek, Viranşehir, Derik, Mazıdağı, Çınar, Ergani ve Diyarbakır’da konuşulan ağzın ortak özelliğidir bu, karakterini Karacadağ’dan almaktadır. Zira bu durum coğrafyanın dile olan etkisiyle ilgili olsa gerek.

Kültürü kendine hastır. Kadınların giydiği kıras, fistan, kutık, temezi, çefi, şar bölgeye özgüdür. Erkeklerin giydiği dökümlü şalvarın bacak arası kısmı abartılıdır, yere değecek kadar uzundur, oldukça geniştir, kendine has bir karaktere, bir stile sahiptir. Karacadağ’ın govendleri de en az giyim kuşamı kadar diğer bölgelerden farklı özellikler taşımaktadır. Kavalın eşliğinde kadınlı, erkekli omuz omuza oynanan Şevko, Gırani, Delilo, Cida, Dünıg oyunu bunlardan birkaçıdır…

Karacadağ’ın yamaçlarında, etkisindeki arazide yer alan köy evlerinin üstü topraktır, duvarları bazalt taştandır. Bir höyük yada doğal yükseltinin üzerinde, bitişik nizam yapılan köy evleri ile üç, beş, bazen daha fazla direk üzerinde açılan kıl çadırlar, üç ana bölmeden oluşmaktadır. Ev halkının yatıp kalktığı bölüm, yem ve hayvanların kaldığı bölüm ile yakacak, kap kacak, öteberi ve yiyeceklerin bulunduğu ocak bölümü. Karacadağ’ın binlerce yıldan bu yana kullanılan taş evlerin bölümleri kagir duvarlarla, kıl çadırın bölümleri ise yüklükler veya çitlerle birbirinden ayrılır. Çok nadir de olsa bazı evlerde misafirlerin ağırlandığı oda bölümü de bulunur. İnsanlar ana kapıdan, hayvanlar ise arka kapıdan eve girilir. Bir sonraki yıl ekilecek mercimek, nohut, yulaf, arpa ve buğdayın tohumu ile yıllık un için ayrılan buğday, evin girişindeki toprak silolarda ya da köyün uygun yerlerinde yeraltına kazılmış derin çukurlarda muhafaza edilir. Bölgenin her yerinde olduğu gibi Karacadağ’ın özgün evleri de her geçen gün yok oluyor, yerini plansız, alt katı tahıl deposu olarak kullanılan kişiliksiz betonorme iki katlı evlere bırakıyor.

Günümüzde bile her evde, her yaşam alanında, muhakkak neolitik dönemden kalma kap kacak bulunuyor. Bazalt taştan el değirmeni, taş dibek; köpekler, tavuklar için yiyecek ve su bırakılan küçük kap şeklindeki taş suluklar; küçükbaş, büyükbaş hayvanlar için kuyu veya su kaynağının yanına bırakılan taş yalaklar bunlardan birkaçıdır.

Karacadağ, bilinen dinler tarihi boyunca çok tanrılı, tek tanrılı Zerdeştî inancının birer kolu olan Yaresani, Şemsi, Êzidi ile Hıristiyan ve Müslüman inancına bağlı Kürtlere ev sahipliği yapmıştır. Az sayıda da olsa Müslüman Arapları, yer yer Hıristiyan Süryanileri, yer yer de Hıristiyan Ermenileri barındırmıştır. Günümüzdeki nüfusun tamamına yakını Sünni Müslüman Hanefi ve Şafi mezhebinden olan Kürtlerden oluşmaktadır. Sadece Viranşehir tarafına döşen kimi köylerde küçük bir azınlık olarak Êzidi Kürtler yaşamaya devam etmektedir.

Karacadağ’da yaşayan halklar, topluluklar, kabileler hangi dili konuşurlarsa konuşsunlar, hangi inanca mensup olurlarsa olsunlar, güneş, ateş, toprak, su, hava; koyun, keçi, inek, öküz, deve, at, eşek, köpek, yılan gibi hayvanlar ortak kutsalları, vazgeçilmez değerleriydi. Hatırlarım, büyükler, özellikle yaşlı kadınlar, daha doğrusu bilge kadınlar güneşi duayla karşılıyorlardı, duayla uğurluyorlardı, evlerde yemek pişirilen ocaklardaki ateşin sönmesine asla izin vermiyorlardı, eşikte durmaya tahammülleri olmazdı. Evdeki çocuklara arkadaş yapılan, himayelerine verilen her bir ineğe, her bir öküze rengine, kilosuna, boyuna, davranışlarına, alışkanlıklarına, boynuzlarının biçimine göre bir ad veriliyordu, adeta ailenin birer bireyi haline getiriliyordu. Çift sürmede, harman işlerinde, yük taşımada kullanılan öküzler evin en önemli, en kıymetli varlıklarıydı, zenginliği, gücü temsil ediyorlardı...

Çocukluğumda, hemen her köyde, her yayla yerinde, mutlaka iyi bir doğum uzmanı, iyi bir kırıkçı çıkıkçı, iyi desen çıkartabilen, iyi tezgah kurabilen bir kilimci; düğünlerde, taziyelerde toplu yemekler yapabilen iyi bir aşçı; nakışlar çıkartabilen, elbise biçip dikebilen, çorap yapabilen, ayakkabı tamir edebilen; iyi kaval çalabilen, iyi hikaye anlatabilen ve en önemlisi iyi bir dengbêj bulunuyordu.

Bugün bile, bin yılların birikimi sonucu hayat bulmuş toplumsal hukuk kapsamında oluşan içtihatlar esas alınarak sorunlar çözüme kavuşturuluyor. Yaşanan uyuşmazlıklar, gerginlikler, toplum içinde sözüne itibar edilen, adaletine güven duyulan, vicdanı tam olarak bilinen, tanınan, aynı zamanda güç sahibi olan kişilerden oluşan heyetler tarafından çözülüyor. Sorunların çözümünde rıza göstermek, ikna olmak esastır. Bu olmadıkça hiç bir adli kurum, mevki, zor aygıtı sorunların çözümünü, barışı, uzlaşmayı sağlayamıyor.

*

Karacadağ, çevresinde yer alan sayısız köyün, kasabanın yayla yeridir aynı zamanda. Yüzlerce obayı, binlerce sürüyü, yüz binlerce küçükbaş, büyükbaş hayvanı barındıran geniş bir alanı kapsıyor. Bu nedenle bölgenin süt, yağ, yoğurt, peynir, et kaynağıdır. Sırtını boydan boya kaplayan geven otu, uçsuz bucaksız otlaklar, yüzlerce su kaynağı yaşamı kolaylaştırmaktadır. Tarih boyunca nüfusun yoğun olduğu Diyarbakır’ın, Urfa’nın, Mardin’in buluştuğu bir yerde, kesiştiği bir konumda olması vazgeçilmez yapmıştır. Yoğun taşlık hakim olsa da yüzeyinin hafif engebeli olması, dört bir yana yayıldıkça düz bir araziye, uçsuz bucaksız verimli topraklara dönüşmesi önemini daha da artırmıştır.

İlk çobanların, antik koçerlerin yurdu, ilk çiftçilerin anavatanı olması Karacadağ’ın verimli topraklara, sayısız su kaynaklarına sahip olmasından, yaz, kış her mevsim güneşi bol olmasından, medeniyetin beşiği Mezopotamya’ya hayat veren iki nehire kolaylıkla ulaşılabilen bir konumda olmasından kaynaklanıyor olmalıdır. Evet, bölgenin su kaynağı olması, ortasında bulunduğu devasa yer çanağının havalandırma sistemi, soluk borusu gibi çalışması sonucu oluşan oksijeni bol temiz hava, çevresine sağlamış olduğu sağlıklı ortam tarih boyunca önemini daha da artırmıştır Karacadağ’ın, kıblegahımın.

Toprağından, suyundan, havasından beslenen, sırtını Dicle nehrine kadar akıttığı bazalt taşına vermiş, onun bereketine sığınmış Diyarbakır’dan, ona en fazla uzak duran kadim şehirden elimizi uzatsak değecek kadar yakındır bize Karacadağ, bir anlamıyla onunla aynı hikâyeden besleniriz, aynı candan geliriz, biriz, dahası o da bizim gibi biraz Mitani’dir, biraz Huri’dir, en çok da Kürt’tür…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Zülküf Kışanak Arşivi
SON YAZILAR