Şiddetin Normalleştiği Bir Toplumda Yaşamak: Kadın Cinayetleri
Türkiye’de son yıllarda artan kadın cinayetleri, yalnızca can kayıplarına yol açmakla kalmıyor; aynı zamanda toplumsal vicdanı da her seferinde biraz daha yıpratıyor. Son olarak Bahar Aksu’nun, sokak ortasında eski eşi tarafından öldürülmesi, bu ülkede bir kadının hayatının ne denli kolay söndürülebildiğini yeniden ve acı bir şekilde gözler önüne serdi. Bu, münferit bir olay değil; yapısal bir sorunun tezahürüdür. Kadına yönelik şiddet, yalnızca fiziksel ya da ölümcül bir saldırıdan ibaret değildir; aynı zamanda psikolojik, ekonomik ve cinsel istismar biçimlerinde de kendini gösteren, cinsiyet temelli bir güç ve kontrol mekanizmasıdır. Kadın cinayetleri ise bu şiddet biçimlerinin en uç, en geri dönüşü olmayan sonucudur.
Psikolojide bu tür eylemler, genellikle "kontrol kaybı algısı" yaşayan faillerin, güç ilişkisini yeniden kurma çabası olarak değerlendirilir. Ancak kadına yönelik şiddet, yalnızca bireysel patolojilerle açıklanamayacak kadar köklü bir toplumsal sorundur. Cinsiyet temelli güç ilişkileri, ataerkil normlar ve cezasızlık kültürü bu şiddeti beslemeye devam etmektedir. Kadını ikincil konumda tutan kültürel normlar ve cezasızlık algısı, bu cinayetlerin zeminini hazırlayan başlıca etmenlerdir. Kadınların yaşam haklarının, bireysel tercihler ya da erkeklerin duygusal tepkileri doğrultusunda ihlal edilebildiği bir sistemde, bireysel psikopatolojiden çok daha fazlası söz konusudur. Şiddetin bireysel değil, toplumsal boyutu göz önünde bulundurulmalı; mücadele ise yalnızca adli değil, aynı zamanda eğitsel, sosyal ve psikolojik düzlemde yürütülmelidir.
Ne var ki bu sistemsel eşitsizlikler, en somut ve en acı biçimiyle, yaşam hakları ellerinden alınan kadınların hikâyelerinde karşımıza çıkmaktadır. Her gün medyada sıradan bir olay gibi sunulan bu haberler, aslında bir hayatın vahşice sona erdiğini gizlemekte ve toplumun duyarsızlaşmasına zemin hazırlamaktadır. Oysa her bir isim, kendi içinde bir dünyayı barındırmaktadır. Bahar, yalnızca bir isim değil; kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, bir hayatı yeniden kurma çabasındaki bir kadının temsiliydi. Onu koruyamamak, aslında hepimizi koruyamamak demektir.
Peki ne yapılmalı? Öncelikle, caydırıcılığı yüksek yasal düzenlemelerin hayata geçirilmesi ve uygulanmasında kararlılık şarttır. Ancak bu yeterli değildir. Erken yaşlardan itibaren toplumsal cinsiyet eşitliği temelinde eğitim verilmesi, erkeklik algısının yeniden inşası, sağlıklı ilişki dinamiklerinin öğretilmesi ve şiddetin asla "sevgiden" kaynaklanmadığının vurgulanması gerekir. Aynı zamanda, şiddete maruz kalan kadınların başvurabileceği psikolojik destek sistemleri yaygınlaştırılmalı, bu sistemler devlet güvencesiyle erişilebilir kılınmalıdır.
Bir toplumun medeniyet seviyesi, kadınların ne kadar güvende olduğuyla doğrudan ilişkilidir. Bahar’ın ölümü, yalnızca bir kadının değil, hukukun, vicdanın, sosyal dayanışmanın ve erkek egemen kültüre karşı verilen mücadelenin bir sınavıdır. Bu sınavdan kalmamak, her birimizin sorumluluğudur. Sessizlik, suça ortak olmak demektir. Bugün bir kadının yaşam hakkı savunulmazsa, yarın başka bir Bahar’ın adını anarken aynı acıyı yeniden yaşarız.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.