Devlet beni vatandaş görüyor mu?
Mustafa Nesim Sevinç
Bir kimlik kartım var. Üzerinde adım, soyadım ve bir fotoğrafım. Peki, o fotoğraf, sıcak bir aile albümüne mi ait, yoksa soğuk bir güvenlik kamerası kaydına mı? Bu soru, ister istemez George Orwell’in1984 romanındaki o meşhur uyarıyı akla getiriyor: “Büyük Birader seni izliyor.” Devletin gözünde bir aile ferdi miyiz, yoksa sadece izlenen bir birey mi? Tüm mesele, bu sorunun cevabında gizli.
Bugün Türkiye’de giderek daha fazla insan, zihninde aynı soruyu evirip çeviriyor: “Ben kendimi bu ülkenin bir vatandaşı olarak görüyorum. Peki, devlet beni gerçekten vatandaşı olarak görüyor mu?”
Bu soru, bir kimlik krizinin değil, derin bir aidiyet ve güven krizinin habercisidir. Çünkü vatandaşlık, bir kâğıt parçasından ya da pasaporttaki bir isimden ibaret değildir. Vatandaşlık; insanın kendini ait hissettiği bir topluluğun parçası olmak, devletle birey arasında kurulmuş sessiz bir sözleşmedir. Bu sözleşmeye göre siz verginizi verirsiniz, devlet sizi korur; siz kurallara uyarsınız, devlet adaleti sağlar. Peki ya bu sözleşme tek taraflı işlemeye başlarsa? İşte o zaman ilişki bozulur, güven sarsılır ve en sonunda yabancılaşma başlar.
Bir vatandaş için en temel beklenti, ödediği vergilerin karşılığını alabilmektir. Sağlık, eğitim ve güvenlik gibi hizmetler birer lütuf değil, en temel haktır. Ancak bugün bu hakların kullanımı bir piyangoya dönüşmüş durumda: Her ay maaşlardan kesilen primlere rağmen devlet hastanesinden randevu almak imkânsızlaşır, vatandaşlar özel hastanelerin insafına terk edilir.Çocuğuna devlet okulunda yer bulamayan esnaf, fahiş ücretlerle özel okula kayıt yaptırırken sorar: "Devlet bana ne kadar 'vatandaş' gibi davranıyor?"
Sözleşmenin kırıldığı yer sadece hizmetlerle sınırlı değil. En temel demokratik hakkımız olan seçme irademiz de değersizleşiyor. Oy kullanıyoruz ama karar alanlar bizi duymuyor. Meclisten geçen yasalar, toplumun gerçek ihtiyaçlarına değil, siyasi hesaplara ve belli çıkar gruplarının taleplerine göre şekilleniyor. Yerel yönetimlerin halkın taleplerini görmezden geldiği, imar affı gibi tepki çeken kararların tüm itirazlara rağmen hayata geçirildiği bir sistemde, insan sormadan edemiyor: "Temsili demokrasi" tam olarak neyi temsil ediyor?
Topluluk, insanın kendini ait hissettiği, güvende olduğu bir yer demektir. Fakat siyasi kutuplaşmanın yarattığı “biz ve ötekiler” ayrımı, bu topluluk hissini dinamitliyor. Önce birbirimize, sonra da kendimize yabancılaşıyoruz. Oysa aynı ülkede, aynı şehirde, hatta aynı apartmanda yaşıyoruz. Tıpkı bir apartmanın asansörü gibi... Farklı katlara gitsek de hepimizin ortak ihtiyacı asansörün çalışmasıdır. Kim olduğumuza, ne düşündüğümüze bakılmaksızın düğmeye bastığımızda kapının açılmasıdır.
Bugün o asansör bozuk ve bizler içinde karşılaştığımızda birbirimize zoraki selam veren yabancılara döndük. Bir alanı paylaşmak için aynı olmamız gerekmez; sadece eşit haklara ve işleyen bir sisteme ihtiyacımız var.
Her hikâyenin üç tarafı vardır derler: Sana göre olan, bana göre olan ve bir de acı gerçek. Vatandaşlık ilişkisi de tam olarak böyle.
Devlete Göre: Vatandaşlık, kanunlarla tanımlanmış, vergi ve askerlik gibi yükümlülükleri olan hukuki bir statüdür.
Vatandaşa Göre: Vatandaşlık, aidiyet, güven, temsil edilme ve eşit muamele görme hakkıdır.
Acı Gerçek: Bu iki tanım arasında dev bir uçurum var. Bu acı gerçek, adaletin kapısında somutlaşır: Aynı suçu işleyenlerden biri tutuksuz yargılanırken, diğeri yıllarca içeride bekliyorsa, burada “Eşit vatandaşlık” mı, yoksa “tanıdığın varsa vatandaşsın” sistemi mi işliyor? Bu adaletsizlik hissi, vatandaşın devlete olan tüm inancını temelden sarsar.
Devlet bir aile ise, biz bu ailenin neresindeyiz? Vergisini veren çalışkan çocukları mı, yoksa varlığı ancak işi düşünce hatırlanan uzak akrabaları mı? Kimliğimiz var ama yüzümüz tanınmıyor. Sanki o büyük aile albümünde bizim fotoğrafımızın üzerine bir çizik atılmış, gülümsememiz bulanıklaştırılmış. Çünkü biz gülümseyecekken yeni bir vergi zammı açıklanmış.
Sorun, sadece bürokratik engeller veya aksayan hizmetler değildir. Asıl sorun, devletin zihnindeki dönüşümdür. "Devlet, vatandaş için vardır" ilkesi unutulduğunda, vatandaş kendini "misafir" gibi hisseder. Siyaset, vatandaşı hizmet edilecek bir "efendi" olarak değil, yönetilecek bir "müşteri" olarak gördüğünde, aidiyet duygusu bir cam gibi kırılır.
Vatandaşlık, devletin bize bir lütfu değil, bizim ona verdiğimiz meşruiyetin karşılığında devletin bize olan borcudur. Bu borcun ödenmesi, sadece daha iyi yollar veya hastaneler yapmakla olmaz. Bu borç, vatandaşına "Sen değerlisin, sesin duyuluyor, adaletin önünde eşitsin ve bu ailenin onurlu bir ferdisin" demekle ödenir. Aksi takdirde, kimlik kartımızdaki isimler ve fotoğraflar, birer "vatandaş" olmaktan çıkıp, sistemdeki anlamsız "numaralara" dönüşür.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.