KENDİ HAYATININ CENAZESİNE KATILMAK
“İnsan, kendine ait olmayan hayatlar yaşarken, kendi hayatının cenazesine suskunlukla katılır.”
1. Başkalarının Hayatında Kendini Kaybetmek
Kimi zaman bir soyadında, kimi zaman bir ideolojide, bir cinsiyet rolünde, bir kariyer planında ya da sevgi sandığı bir bağımlılıkta… İnsan, varoluşunun derin boşluklarını başkalarının kalıplarıyla doldururken, kendi öz gerçekliğini yavaş yavaş toprağa verir. Bu toprağa veriş bir isyanla değil, tuhaf bir iç durumla, yersiz bir aidiyet duygusuyla gerçekleşir.
Çünkü çoğu zaman insan, kendisini tanımaktan çok, başkalarının onu nasıl görmek istediğiyle ilgilenir. Kendi iç sesini değil, dış dünyanın yankılarını dinler. Ve böylece bir gün dönüp baktığında, yaşadığı şeyin “kendi hayatı” olmadığını fark eder—ama artık çok geçtir.
2. Sessiz Cenazenin Töreni
Bu geçlik, bir ölüm gibidir. Ama ne trajik bir çığlık duyulur ne de yas tutulur. Sessiz bir cenaze törenidir bu. İnsan, kendisinin bir gölgesi olarak o törende hazır bulunur. Ne elleri titrer, ne kalbi atar. Sadece bakar: Toprağa verilen kendi düşlerini, arzularını, potansiyelini ve varoluş kıvılcımını izler. Gömmek kolaylaşmıştır artık, çünkü yaşamaya cesaret edemediği şeyi unutmak daha az acı verir.
İnsan bu törende sadece katılımcı değildir; hem kurban, hem seyirci, hem de defin görevlisidir. Bu üçlü rol, içsel sessizliği daha da derinleştirir. Çığlıklar atılmadıkça, yas tutulmadıkça, cenazeler bile alışkanlığa dönüşür.
3. Törensel Uyum: Toplumsal Ölüm Biçimleri
Toplum bu suskunlukla beslenir. Herkes bir diğerinin sahte huzuruna imrenir. Kimse derinlerdeki çürümenin farkına varmak istemez. Aile, din, örgüt, kurum, iş alanı, devlet, gelenek ve diğer sistemler… Her biri bu cenazenin tören ustaları gibidir. Gözyaşlarını değil, alkışları beklerler.
Ve biz, içimizde bir ölü taşıdığımızı bildiğimiz hâlde, yaşayanlar gibi davranmaya devam ederiz.
Bu bir tür zombileşmedir: Yaşamakla ölmüş olmak arasında sıkışmış bir bilinç hâli. Duyarlılık ve hisler kurur, canlılık donar, neşe rafa kaldırılır. Hayat, yaşanmak için değil, katlanmak için bir çerçeveye dönüşür.
4. Hayatta Kalmak Değil, Gerçekten Yaşamak
Peki nedir yaşamak? Belki de yaşamak, kendini gömmemektir. Kendi hayatını başkalarının elinden almak cesaretidir. Kendi sesini, dış dünyanın kalabalığına rağmen duymaya devam etmektir.
Yaşamak, sessiz bir cenazeye değil, gürültülü bir doğuma tanıklık etmektir. Ve belki en çok, kendine ait olmayan her şeyi terk etmeye karar vermektir.
Gerçek yaşam, insanın kendisini yeniden doğurmasıdır. Toplumun dayattığı kimlikleri, rollerini, zafer ve başarısızlık tanımlarını bir bir soyunup, çıplak bir bilinçle kendisiyle yüzleşebilmesidir. Ve bu doğum, bazen en karanlık kayıplardan, sessiz çöküşlerden filizlenir.
5. Ölüm Provalarından Uyanmak
Çünkü insan, yalnızca kendisi olduğunda yaşar. Diğer her şey bir tür ölüm provasıdır. Kendine ait olmayan her şeyi gömmek gerekir bazen, kendi hayatını kurtarabilmek için. Sessiz törenlerin alışkanlığından çıkıp, kendi yaşam ritmini hatırlamak için. Bu belki bir çığlıkla, belki bir gözyaşıyla, belki de derin bir suskunluğu yararak başlar. Ama mutlaka bir yerden başlamalı. Aksi hâlde insan, bir ölü gibi yaşar; mezar taşı yerine kimlik kartı taşıyarak.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.