Mustafa Nesim Sevinç

Mustafa Nesim Sevinç

Yazının Sesi

Yazının Sesi

Mustafa Nesim Sevinç

Beni yakından tanıyanlar bilir ki, görünür, olmayı pek tercih etmem ve çalışmalarımı, genellikle sessizce sürdürürüm. Ancak içimden gelen güçlü bir ses, bu dönemde birikimlerimi paylaşmanın daha da önemli olduğunu fısıldadı. Bu nedenle, biraz daha fazla bilgi paylaşımında bulunmak adına kısa yazılar yazmaya niyetlendim.

Yazmak… Evet, o meşhur "yazmak". Çoğu zaman romantikleştirdiğimiz ama çoğu zaman da klavyeye bakıp Google Chrome’da açık sekmelere kaçtığımız o gizemli eylem. Sanıldığı gibi kolay değildir; kâğıda birkaç kelime döküp “yazar oldum” demekle olmuyor. Yazmak... Sadece kelimeleri kâğıda dökmek değil; “Zihnin derinliklerinde dolaşan düşünceleri anlamlandırma, görünmeyeni görünür kılma çabasıdır”.

Yazının türü fark etmez; resmî, ticari, şiir, öykü, tweet, hatta WhatsApp mesajı bile olsa, her biri aynı temel çabaya dayanır: Anlatmak, anlaşılmak, hatta bazen sadece "biraz iç dökmek".

Ama dürüst olalım, yazmak, iç dökmekten çok daha fazlasıdır. Zihnin karanlık köşelerinde dolaşan o düşünceleri yakalamaya çalışırsınız; kimi zaman bir kedinin lazer ışığına olan çaresiz ilgisiyle, kimi zaman da bir çocuğun dolaptaki çikolatanın yerini bulma azmiyle…

Yazmak, bir “kendini bulma yolculuğu” denir ya… Kulağa çok felsefi geliyor, ama çoğu zaman bu yolculuk, boş Word belgesine 45 dakika bakmakla başlar. Çünkü yazarken aslında kendinizi ararsınız. Anlaşılmamak korkutucudur belki, ama asıl trajedi “hiç yazmamaktır”. Ya da daha beteri: “Yazdım ama kimse beğenmedi.”

Herakleitos’un“Doğa kendini gizlemeyi sever” sözü yazıya da cuk oturur. Belki de yazının büyüsü, her okurun orada kendi sırlarını arayabilmesindedir. Veya en azından "Bu satır bana yazılmış!" diye düşünmesindedir.

Konuşmak kolay. Ağzınızdan çıkıp gidiyor. Ama yazı? Geri dönüşü yok. “Ctrl + Z” dışında hiçbir kurtuluş yok. Bu yüzden "Söz uçar, yazı kalır" lafı, aslında biraz da yazarın kaderini özetler. “Yazı, yayımlandığı anda artık yazara değil, topluma aittir. Ve toplum, onu dilediği gibi yorumlar”.

Foucault’nun o çok bilinen lafı vardır: “Dil bizi konuşturur, biz onu değil.” Bazılarımız içinse durum şöyle: “Dil bizi konuşturur, biz de sonra o tweet yüzünden dava açılır mı diye Google’da arama yaparız.” Foucault’ya göre insan, yani biz yazarken özgür olduğumuzu sansak da, bilgiyi ve düşünceyi bilinçli bir şekilde üreten değil, iktidarın el koyduğu bir bilinçle donatılan bir varlıktır. Mallarmé de boşuna sormamış: “Yazar mı yazar, yoksa kelimeler mi yazdırır?”

Türkiye gibi sözlü kültürün hâkim olduğu ülkelerde yazı genelde şöyle muamele görür:
"Hocam, çok güzel yazmışsın ama bunu biraz kısaltıp Instagram'a post olarak atar mısın?"
Yani yazı, konuşmanın gölgesinde kalmaya mahkûm edilir. Çünkü konuşmanın belagati göz kamaştırır, yazının sesi ise sabır ister. Çünkü “yazının sesi, düşüncenin sessiz devrimidir. Maalesef TikTok çağında biraz “lüks” bir özellik oldu.

Peki, yazan kim? Yani “söyleyen mi, yoksa söyleten mi?” Gerçekten kendimiz mi yazıyoruz, yoksa biz fark etmeden arkamızda görünmez bir editör mü var?

Bir yazarın en büyük iki düşmanı vardır:

  1. Başkalarının onayını arayarak yazmak; bu, yazının ruhunu spot fiyatına satmaktır.
  2. Dost baskısı “Ay ne güzel yazmışsın ama bence karakterin biraz ona benziyor, değil mi?” tarzı o pasif-agresif yorumlar…

Sonuç? Yazar artık kendi için değil, "aman kimse alınmasın" kaygısıyla başkaları için yazar. Yazının içinde oto-sansür gezer. Kalemle değil, filtreyle yazılır. Hatta bazı yazarlar “Bunu ‘X’ okursa bozulur” korkusuyla paragrafları sansürlemeye başlar. İşin kötüsü, bazen o “X” kimdi, onu bile hatırlamazsınız!

Kendi düşüncelerimizi” yazıya dökmek cesaret ister. Yazmak, kelimelerle bir tür satranç oynamaktır. Ve bazıları, ilk hamlede şah-mat yapmak ister:
“Anlamadım, biraz daha açık yazar mısın?”
Oysa siz sayfalarca düşünmüş, kelimeleri ilmek ilmek örmüşsünüzdür. Ama karşınızdaki için önemli olan tek şey şudur:
“Yani bu ne demek şimdi?”

Yazının bir diğer ironisi: Ne kadar açık yazarsanız yazın, biri mutlaka alınır.
“Kahve içmeyi seviyorum.”
“Çay ne yaptı sana?”

Doğru olan, sansürsüz yazmaktır. Ama bu, bedel ödetir. Pek çok yazarın iç sesi şöyle der:
“Aslında çok daha sert yazacaktım ama ‘X’ görürse, başım derde girer diye yumuşattım.”
İşte o an yazı, özgürlükten ödün verir. İşte bu yüzden yazmak, bir nevi “riskli ifade özgürlüğü” meselesidir. Yazmak, sadece anlatmak değil, aynı zamanda savunmaktır. Çünkü her cümlen, bir gün sana karşı kullanılabilir. “Mahkemede okunabilir.”
Hatta en kötüsü: “Bazı sosyal medya gruplarında paylaşılabilir.”

Diogenes Laertios’un; “Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri” adlı eserde Herakleitos’a şöyle sorulur: “Bu yazdıklarınız neden bu kadar karanlık?”
Cevabı nettir: “Siz anlamak için çaba göstermiyorsunuz. Balıkların suyun farkında olmaması gibi, siz de hakikatle iç içe yaşadığınızın farkında değilsiniz. Doğa kendini gizlemeyi sever. Onun sırlarına ulaşmak için yalnızca gözlerinizi değil, aklınızı da açmalısınız.”

Belki de asıl sorun bizde değil. Belki de biz fazla deriniz, onlar düz metin okuyucusu bazıları ise başlığı okuyup yorum yapanlardan.
“Anlayan bir bakışta anlar. Anlamak isteyen bir cümleyle yetinir. Anlamak istemeyen ise bin cümleyi bile duymaz.”

Kısacası, anlaşılmamak senin değil, karşındakinin sınırlarının bir göstergesidir.
Ama yine de yaz:
Çünkü “yazmak, susturulmuş bir aklın en güçlü çığlığıdır”.
Çünkü yazmak, kelimeleri ekrana dökmek değil; içini, başkalarının bilmediği bir dile çevirmektir.

Hazırsan klavyeye geç.
Değilsen, en iyisi sus…
Ya da WhatsApp durumuna sadece şunu yaz:
“İyiyim.”
Kimse gerçekten ne demek istediğini sormayacak. Rahat ol.

[email protected]

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mustafa Nesim Sevinç Arşivi
SON YAZILAR