3. ÖZGÜR EŞ YAŞAM: Cinsiyetin İcadı
Kadın-Erkek Rolleri Üzerine
Cinsiyet, doğanın değil uygarlığın bir icadıdır. İnsan bedeninin biyolojik çeşitliliği, yaşamın olağan döngüsünün bir parçasıdır; ancak kadın ve erkek olmak, bu biyolojik gerçekliğin çok ötesinde, zihinsel ve kültürel kodlarla inşa edilmiş bir yapıdır. Bu yapı, binlerce yıl boyunca öylesine içselleştirildi ki, insanlar kendi kimliklerini bile bu kalıplar üzerinden tanımlar hâle geldi. Oysa “kadın gibi davranmak” ya da “erkek gibi hissetmek” dediğimiz şeyler, doğuştan gelmez; toplumsal olarak öğretilir, ödüllendirilir ya da cezalandırılır.
Kadının “duygusal, şefkatli, kırılgan” olarak kodlanması ile erkeğin “güçlü, akılcı, hâkim” olarak kurgulanması arasında hiçbir doğal zorunluluk yoktur. Bu ayrım, iktidarın toplumsal bedene işlediği en güçlü yanılsamalardan biridir. Cinsiyet rolleri, hem bireyin kendini algılayışını hem de başkalarıyla kurduğu ilişki biçimlerini belirler. Ve bu roller, özgür eş yaşamın önündeki en temel engellerden birini oluşturur.
Kadın, tarih boyunca hem doğanın hem de yaşamın taşıyıcısı olarak var oldu. Ancak ataerkil uygarlık, kadının bu yaşamla kurduğu doğrudan ilişkiyi tehlikeli buldu. Çünkü kadın, doğayla içsel bir bağ kurabiliyor; üretkenliği, sezgiyi ve varoluşu doğrudan hissedebiliyordu. Bu bütünlüklü varlık hali, kontrol edilemezdi. O yüzden kadının bilgeliği bastırıldı; doğurganlığı denetim altına alındı; varlığı, erkeğe hizmet eden bir nesneye indirgenerek tanımlandı. Kadın artık “olmak”tan çıkarılıp “yaratılmak” istenen bir varlık hâline getirildi.
Erkek ise bu yapıda sadece tahakküm eden değil, aynı zamanda zihinsel olarak köleleştirilmiş bir figürdür. Ona yüklenen “güçlü olma”, “duyguya yer vermeme”, “sahip çıkma”, “koruma” gibi roller, aslında onun öz benliğiyle temas kurmasını engelleyen iktidar maskeleridir. Eril akıl, iktidar üzerinden kendini tanımlar ve böylece erkeğin duygusal, sezgisel, kırılgan ve yaratıcı yanları bastırılır. Erkek, kendi içinde bir tür yabancıya dönüşür. Bu yabancılaşma, kadını anlamasını değil; ona hükmetmesini kolaylaştırır.
Bu kurgu içinde kurulan her ilişki, eş yaşam olamaz. Kadın ile erkek bu roller içinde kaldıkları sürece, birbirlerine gerçek anlamda temas edemezler. Çünkü temas, ancak maskelerin düştüğü yerde mümkündür. Bu düşüş, aynı zamanda bir dönüşümdür. Kadın, kendi öz benliğine dönerken eril tanımları sorgular; erkek, gücün değil bütünlüğün peşine düştüğünde kendi duygusal varlığıyla yeniden buluşur. Bu buluşma, özgür eş yaşamın zeminini oluşturur.
Cinsiyetin icadı, aslında bir zihin mühendisliğidir. Zihnin, bedeni ve duyguyu belirli kalıplara sıkıştırarak bireyi tahakküm altına almasıdır. Bu kalıplar kırılmadıkça, eş yaşam yalnızca bir tekrarın içinde debelenir. Oysa özgür eş yaşam, bireyin kendini yeniden kurmasıyla mümkündür. Kadın ve erkek, birbirinin karşıtı değil; farklılığın içinde eş olan iki varlık hâline geldiklerinde, ilişki bir alan olmaktan çıkar ve bir oluşa dönüşür.
Bu oluş hâli, cinsiyetin değil varoluşun merkezde olduğu bir birlikteliktir. Ne biri diğerinin tamamlayıcısıdır, ne de biri diğeri için vardır. Her biri kendi bütünlüğü içinde durur, ama bu bütünlük bir diğerine alan açmayı bilir. Bu bilinçle kurulan her ilişki, toplumsal yapının dönüşümüne katkı sağlar. Çünkü bu birliktelik sadece bireyleri değil, toplumun ta kendisini özgürleştirir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.