Zülküf Kışanak

Zülküf Kışanak

Hakkari’nin kırık kalbi Dêzê’den Beyaz kiliseye doğru…

Hakkari’nin kırık kalbi Dêzê’den Beyaz kiliseye doğru…

Şafak vaktinde, dağları aşıp gelen ilk ışıkların aydınlığında yürümeye başladık. Nedim önde, bir yanımız Kırık dağı, gülistanımın cenneti Hakkari’nin kırık kalbi Dêzê vadisinin dik yamaçlarını tırmanıyoruz. Dimdik yükselen yamaç boyunca, binbir emekle birbirini kesen sekiler halinde ardı sıra devam eden, sırt sırta açılmış küçücük tarlaların arasında yürüyoruz bir sağa yöneliyoruz, bir sola. Ve büyük bir gürültüyle Zap suyuna akan vadinin tabanındaki Dêzê suyundan giderek uzaklaşıyoruz, sabah vaktinin serinliğinde hızla zirveye doğru tırmanıyoruz. Tarla dediğime bakmayın, boyları birkaç metre, enleri ise en fazla iki, bilemedin üç metre ya var yok, sahipsiz kaldıkları bir asır boyunca kara, kışa, yağmura, sele, rüzgara daha fazla dayanamamış taş duvarları yer yer yıkılmış, yer yer de çeperlerde yetişen ağaç kökleri tarafından patlatılmış sekiler, büyük felaket yıllarında yaşanan toplu kırım ve katliamdan kurtulabilmek için vadiyi terketmek zorunda kalmış gülistanımın kadim halklarından Asurilerden kalma…

*

Yürüyüş boyunca karşılaştığımız şapeller, kiliseler Asurilerden kalma, ama aşılmaz bildikleri dağlara, geçilmez sandıkları vadilere emanet bırakılmış, ama yıkık dökük, ağlanacak haldeler, el emeği, göz nuru, ter kokulu tarlalar gibi bana hüzün veriyor, Hakkari’nin her bir yanından dünyanın dört bir tarafına dağılan kadim halkın vadiye sinmiş ölüm korkusunu hissediyor, çocukların çığlığını, kadınların feryadını duyar gibi oluyorum. Duvarları yıkılmış bir tarladan, bozulmuş bir bahçeden, virane olmuş bir şapelden diğerine geçtikçe vadi tabanından uzaklaşıyor, adım adım Beyaz kilisenin bulunduğu zirveye, Dêzê vadisini tepeden gören sırta yaklaşıyoruz. Güneş iyice yüzünü göstermeden, ta Kotranıs Taburu’ndan bölgeyi kameralarla milim milim tarayan gözcülere yakalanmadan, ölümcül top atışlarına hedef olmadan, yamaçların en kuytu taraflarından kazasız belasız zirveye ulaşmayı, Koçanıs’ı payitaht ilan etmiş Asuri Patrikhanesi’ne ait kutsal altın kadehin, tepsinin, mızrağın, kaşığın, sürahinin, haçların, buhurdanlıkların, kandillerin, şamdanların, altı kanatlıların, çanların, altın yazmalı incillerin, başka hiç bir yerde eşi, benzeri olmayan dini kitapların, daha bilmediğimiz, duymadığımız sayısız kutsal eşyanın bulunduğu en kıymetli hazinenin dağlara emanet bırakıldığı, bilmem kaç yıl önce ise ahmak bir çoban tarafından soyulduğu Beyaz kiliseye varmayı, görmeyi umuyoruz…

*

Nedim, tam kafama göre biri, aklına koyduğunu yapan, imkansızı olduran Hakkarili bir yol arkadaşım, durmadan yürüyoruz. Elimde bir fotoğraf makinası var, daha fazlasını taşımam imkansız, kemerime sıkıştırdığım su kabım bile bana yük oluyor. Yiyeceklerin, çaydanlığın, diğer kap kacakların, darda, zorda ihtiyaç duyacağımız eşyaların bulunduğu ağır sırt çantasıyla önde giden Nedim'e zar zor yetişiyorum. Dost canlısı, daha ilk tanışmamızda ağabey bellediğim, hayranı olduğum bilge insan Enver Özkahraman'ın “Tiyar, Koçanis, bir de Kırık dağı, Dêzê vadisi mutlaka gitmen, görmen gereken yerler. Hele zirvedeki kutsal mekana, koca dağa oyulmuş muhteşem Beyaz kiliseye gitmemek hiç olmaz, Hakkari’yi eksik görmüş, eksik yaşamış olursun…” dediği kiliseyi görmenin, dev bir kayaya oyulmuş üç katını da ziyaret etmenin, kayalardan damlaya damalaya su ile dolan ama taşmayan, ne kadar su alsan da eksilmeyen çeşmesinden bir avuç su içmenin verdiği heyecan olmasa pes edeceğim, kendimi yere atacağım, tırmanmaktan vazgeçeceğim…

*

Ama pes etmiyorum, inatla nefes nefese dik yamacı yürüyorum, daha fazla dayanamayınca da olduğum yere çöküyorum, bir süre soluklanıyorum. Her defasında da Nedim olduğu yere çakılıp kalıyor, sabırla beni bekliyor, ben dinlenmeyi uzatınca da bir yere oturup dinleniyor, gözleri hep dağları, uzayıp giden derin vadiyi tarıyor, adını bildiği, tanıdığı yerleri bir bir bana gösteriyor, her birinin hikayesini uzun uzadıya anlatıyor. Bazıları aklımda kalıyor, bazıları ise rüzgarla birlikte uçup gidiyor, vadi boyunca. Nedim'in yavaş yavaş aşina olmaya başladığım Kürtçe'nin Hakkari ağzıyla her lafının başında, “Her biji mamosta, bi rastî tu jêhatî derket. Em rabin, tiştek nema…” dedikçe kendime güvenim artıyor, hiç yorulmamışım, nefes nefese kalmamışım gibi bir hışımla yerimden fırlıyorum, daha birkaç adım yürümeden yeniden takatım kırılıyor, oracıkta sırtımı dayayacak bir yer, artık en tepeye çıkan güneşten koruyacak bir ağaç gölgesi, daracık bir sığınacak, bir korunak aramaya başlıyorum. Bulduğum ilk yerde bir daha soluklanıyorum. Her defasında ilgimi çekecek, hevesimi harekete geçirecek, dahası bana güç verecek yeni bir hikaye ile imdadıma yetişen Nedim, durmadan vadinin eski, yeni yaşamı, etrafımızı saran dağlar, kaleler, kiliseler, köyler hakkında beni bilgi bombardımanına tutuyor, kendime geldiğimi fark edince de sesizce, yüreğimi okşarcasına, “Mamosta, tiştek nema…” diyor, beni bir daha peşinden sürüklüyor, adeta zirveye doğru ittiriyor…

*

Gün yarılanmadan zirveye çıkıyoruz, nihayet kazasız belasız, ta Zap’ın öte tarafındaki Kotranis taburundaki gözcülere yakalanmadan Beyaz kilisenin bulunduğu zirveye ulaşıyoruz. Muhteşem bir yer, manzarası inanılmaz, Cehennem vadisinden akan buzullar, dünya güzeli Bala vadisi, başı göklerde olan efsanevi dağ Cilo tam karşımızda, sırtımızı Sümbül dağına dayamış gibi gülistanımın cennetine dalıp gidiyoruz. Adeta ayaklarımızın altından sarp dağlara doğru uzayıp giden Çemê Dêzê ve Çemê Matê’nin hayat verdiği derin vadilerin tabanında ise çatışmalı yıllarda bir daha boşaltılmış, bir daha yakılmış Asurilerden Kürtlere geçmiş köylerin virane halleri ise içim burkuyor. Durmadan fotoğraf çekiyorum, iki rulo film bitiyor. Üçüncü ruloyu makinaya takıyorum, bir iki kare daha çekiyorum, Nedim’in, bu defa Türkçe, “Filmini bittirmeyesin mamosta, daha kiliseyi de çekeceksin, sonra demedi deme…” uyarısıyla fotoğraf çekmeye ara veriyorum. Nedim önde, ben arkasında pür dikkat yürüyerek vadi tabanına kadar uzayıp giden solumuzdaki daracık uçurumu aşıyoruz, bir nefeste Beyaz kilisenin bulunduğu zirvenin en dik yamacına geçiyoruz. Ön tarafındaki yüksek duvarlar yer yer yıkılmış olsa da ilk günkü gibi sağlam kalmış kiliseyi sessizlik içinde ziyaret ediyoruz. Bir an kendimi kutsanmış, günahlarımdan arınmış duygusuna kapılıyorum. İçten bağlantılı yapılmış üç katlı kiliseyi dolaşıyoruz, ayrıntılı olarak fotoğraflıyorum. Daha fazla dayanamıyorum, çok merak ettiğim çeşmenin başına geçip birkaç avuç dolusu güzelim suyundan içiyorum. Sonra çeşmeden bir demlikle su alıyorum, bir demlik daha alıyorum, bir demlik daha alıyorum, bana anlatıldığı gibi suyunun hiç eksilmediğini, dahası hep aynı kaldığını, bir damla suyun bile çeşmenin yatağından taşmadığına tanık oluyorum. Daha fazla oyalanmadan, akşam karanlığına kalmadan Nedim’in kilisenin daracık terasında yaktığı ateşte demlediği çayla gün ortası kahvaltısı yapıyoruz, istemeye istemeye toparlanıp manzarasına doyamadığım Beyaz kiliseden ayrılıyoruz. Tam vaktinde vadiye iniyoruz, bir daha görüşme dileğiyle Dêzê vadisiyle vedalaşıp dağların nazlısı, gülistanımın kalbindeki Hakkari’ye doğru yol alıyoruz…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Zülküf Kışanak Arşivi
SON YAZILAR