Sayın: Öcalan’a Barış ve Demokratik Toplum Manifestosuna Dair Bir Mektup
Merhaba,
Binlerce yıldır insan, kendi sorunlarıyla uğraşmakta, ancak bu çıkmazdan bir türlü kurtulamamaktadır. Bunun nedeni oldukça basittir: Kaybettiği şeyi yanlış yerde aramaktadır. Bu durum, tarihin her döneminde kendini tekrar etmiştir. Oyun öylesine kuşatıcıdır ki, başı dönen her insan daha derin bir şekilde içine çekilmekte ve çıkmaz daha da karmaşık hâle gelmektedir.
Tarih boyunca yapılan sayısız teorik, inançsal, sanatsal, felsefi, bilimsel, ideolojik ve kuramsal buluşlara rağmen, insan hâlâ bu çıkmazdan kurtulamamıştır. Bu durum, sorunun ne denli derin ve kapsayıcı olduğunu açıkça göstermektedir.
İnsanlığın en derin çıkmazını aşmak isteyen insana,
Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu’nu inceleme fırsatım oldu. Manifesto ile daha önce kaleme alınmış eserler, kuşkusuz geniş bir perspektif sunmaktadır; ancak kimi yönleri ayrıca derinlemesine ele alınmayı gerektirmektedir. Bu bağlamda esas noktaya dikkat kesilerek yapılacak bazı öneriler, an’ı görme ve gerçekleştirilecek yeni incelemeler için sağlam bir zemin oluşturabilir.
Özgürlük, kendini ve toplumunu başkasının çerçevesiyle—ister bir kuram, ideoloji ya da inanış olsun—açıklamamak demektir. Özgürlük, insan olarak sana ait olmayanlardan soyunmaktır ve ilk adım burada atılmalıdır.
İdeolojisi, kimliği veya inancı ne olursa olsun, tüm insanlığı ilgilendiren temel gerçek şudur: Başkasının problemli veya yanlış izleriyle özgür bir yaşam oluşturulamaz. Belki de bu izlerin tümünü bırakmak gerekir.
Zihniyetimize öncüler oluşturmaktan ziyade, oluşturmuş olduğumuz tüm zihin katmanlarını aşmak, özgürlüğün en temel farkındalığıdır.
İnsan, insan olmaktan çıktığında özgürlüğünü yitirir.
Bu durum yalnızca belirli bir bölgeye, kimliğe, inanca veya kurama ait bir gerçeklik değildir; tüm insanlığı ilgilendiren evrensel bir durumdur.
Manifestonun Ele aldığı Temalar
Manifesto ve ilgili çalışmalar şu konuları kapsamlı şekilde ele alır: Doğa ve anlam ilişkisi, düşüncenin diyalektiği ve düşünce-duygu bağları, ben ve öteki, benliğin incelenmesi, diyalektik ve yorumlama süreçleri, teori geliştirme ve evren anlayışları (atom, parçacıklar, evrenin genişlemesi), karanlık madde ve enerji ile galaksileri ayakta tutan unsurlar, mimetik, mitik, dini ve felsefi düşünce biçimleri, diyalektik düşünce ve Marksizm, toplumsal doğa, toplumsal sorunlar ve anlamı, toplumsal doğanın temel özellikleri ve oluşumu, kadının rolü, tarihsel toplumda devlet ve komün, kastik toplumsal yapı, klandan komüne ezilenlerin direnişi…
İncelemenin Ontolojisi: Hakikati Görme Tekniği
Bu çalışmada dikkat çeken ilk şey, incelemenin kendisidir. Takdir edersiniz ki, birçok incelemenin geri planında bilgi vardır. Bilgi ile yapılan incelemeler her zaman problemli olmuştur; bu yöntemle olan, olduğu gibi görülmemektedir. Bu açıdan çok dikkatli olmak gerekir.
Bilgi, kolaylaştırıcı bir etken olarak kullanılıp inceleme alanı doğru şekilde açılmış olsa, çok daha bütüncül, holistik, kapsayıcı ve derin anlamlar ortaya çıkabilir. Burada bu gerçeği görmek ve incelemeyi bu anlayışla yapmak önemlidir.
İnceleme, hakikati görme, olanı olduğu gibi anlama ve çözme noktasında çok önemli bir tekniktir. Bu tekniği asla küçümsememek gerekir. Teknik sürekli canlı tutulduğunda, hakikatin yani gerçeklerin kaybolma gibi bir lüksü asla olmaz. Önemli olan, bu inceleme anlayışına her insanın girmesi ve bu bütünlük içinde katılmasıdır.
Bu yapılmadığı müddetçe, sınırlı insanın yapmış olduğu incelemeyle yetinmek sağlıklı bir duruş getirmez. Çünkü böyle bir duruş, “Sen benim yerime düşün, benim yerime incele, benim yerime araştır ve benim yerime bir şeyleri bul, hatta benim yerime dönüş” anlamına gelir. Bu, kendine dönmeyen insanın ve tarihin en talihsiz yönüdür. Bunu kırmak çok önemlidir.
İnsan ve Toplumsal Sorunlar: Kaynağın Görülmezliği
Manifesto’da her şey çok kapsamlı bir şekilde ele alınırken, asıl damar, asıl nokta, asıl yön gerektiği ölçüde işlenmemiştir. Bu da İNSAN’dır. Neticede neyi ele alırsak alalım, kimin gözünden bakarsak bakalım ya da kendi bakış açımızı oluşturarak sorgulayalım, binlerce yıldır ortaya çıkan sorunun merkezinde insan durmaktadır.Tüm süreçler; adı, kimliği, inancı, felsefesi, sanatı, müziği, sosyolojisi ya da bilimi ne olursa olsun ve kim tarafından ele alınırsa alınsın, kaynağında yeterince görülmeyen ve bir türlü bütünlüklü biçimde ele alınmayan bir gerçek vardır: İnsan. Tüm sorunların kaynağı insan değil midir? Bir yerde sorun veya problem varsa, kaynağında daima insan vardır. İnsanın dışında, insandan bağımsız bir sorun var mıdır? Demek ki sorunun kendisi insandır; insanda düğümlenmiştir. Ve problemli insan, kendisiyle birlikte toplumsal sorunları da ortaya çıkarmaktadır. Bunun kadın ya da erkek olması ise ikincil bir durumdur. Neticede sorun kimden başlarsa başlasın herkese yayılmış, herkesi kapsamış ve herkesin zihnine yerleşmiştir. Bu açıdan bakıldığında kadın da erkek de bugün geldiğimiz noktada aynı problemin kaynağı durumundadır. Dolayısıyla birini diğerine tercih etmek, çözüm adına sağlıklı olmayacaktır.
Düşünce ve Psikolojik Patoloji
Düşünce ve düşünce yapısı, manifestoda bir parça ele alınmış ve ortaya konulmuştur. Ancak düşünceye, belirtilenlerin ötesinden bakma zarureti vardır. Düşünce, geçmişin deneyimleri, geçmişin birikimleri ve bu birikimlerin zihinde toplanmasıdır. Düşünceyi iki başlıkta ele almak mümkündür: olgusal ve psikolojik.
Olgusal düşünce, psikolojik deneyimlerin işin içine karışmadan, hayatı kolaylaştırma amacıyla deneyimlenen bilgidir. Bu, yaşam, ilişki ve paylaşım için gerekli olan bir durumdur.
Esas ve problem kaynağı olan ise psikolojik düşüncelerdir. Bunlar; kaygılar, öfkeler, hırslar, kıskançlıklar, inanışlar, ideolojiler, felsefeler ve hatta birçok şeye yön veren bilimlerdir. Düşünce budur. İnsanları bozan da budur. Toplumu toplum olmaktan çıkaran da budur. İnsan insan olmaktan çıkınca, toplum da toplum olmaktan çıkar.
Mutsuzluğun Kökü: Kendine Bakma Cesareti
Bir kentin veya toplumun mutsuzluğu yalnızca istatistiklerde ölçülmez. O mutsuzluk, insanların bakışlarında, yürüyüşlerinde, birbirine değmeden geçen sözlerinde gizlidir. Özgürlükle anılan bir kentin “Türkiye’nin en mutsuz kenti” olarak ilan edilmesi (hem de iki kez), aslında sadece bir tespitten ibaret değildir; o rakamlar, hayatın içinden yükselen bir yankıdır. Bu yankı bize toprağın veya binaların değil, insan ruhunun susuz kaldığını fısıldar.
Paylaşımın azaldığı, güvenin kaybolduğu, iletişimin zayıfladığı yerde mutsuzluk bir çöl gibi yayılır. Çölde kalmış bir yolcu gibi insan, susuzluğunu giderecek kaynağı arar. O kaynak dışarıda değildir; içimizdedir. Fakat en zor olan, içimizdeki bu kaynağa inmektir. Çünkü kendine bakmak, en derin kuyunun içine bakmaya benzer: karanlıkla yüzleşmeyi, kendi izimizi görmeyi gerektirir.
Oysa çoğu kez biz dışarıya bakarız; kenti veya birilerini suçlarız, şartları suçlarız. Ama en büyük payı görmek için elini kalbine koymak gerekir. Çünkü kentin mutsuzluğu, tek tek bireylerin kendi hayatındaki mutsuzluklardan örülmüş görünmez bir ağdır. Ve herkes bunun ortağıdır. Sözü olan, kendinden başlamak zorundadır, değil mi?
Gerçek bir değişim, ancak bu ağı çözmekle mümkündür. Kendimizi görmeden söylenen her söz havada kalır. Çölde serap nasıl su yerine geçmezse, içsel yüzleşme olmadan hiçbir anlatım, deneyim ve proje huzur getirmez.
Bir kenti dönüştürmek, önce insanın kendi içini dönüştürmesidir. Kendi köklerimize dokunmadıkça, ne dışarıdan gelen ışık içimizi aydınlatır ne de sözler gerçeğe dönüşür. Çünkü mutsuzluğun kökü başkasında değil, önce bizdedir. Ve işte o köke dokunduğumuzda, çölün ortasında dahi suyun sesi duyulur.
Peki, kendine dokunup kendinden başlayan kimdir?
Ontolojik Bozulma: Enerji, Titreşim ve Tarihsel Körlük
İnsan, toplumun yapıtaşıdır. Tıpkı atom gibi; ya da atomu oluşturan proton, nötron ve elektron gibi; ya da proton ve nötronları oluşturan kuarklar gibi; ya da bu parçacıkları oluşturan fotonlar gibi… Bu yapı taşlarının bozulması, kesinlikle yapısal bir bütünlük oluşturamaz. Bunu titreşim ve enerji açısından ele alabiliriz. Enerji ve titreşimde bozukluk varsa, bunu oluşturacak her şey de bozuk olur. Düzen ve düzensizlik de bunu ifade eder.
İnsan ise toplumun yapıtaşı olarak bozulduğunda, yani düzensizleştiğinde, toplumdan toplum olarak eser kalmaz. Marks Bakünün’ü nasıl anlamadıysa, Lenin gerekli ilgiyi Kropotkin’e nasıl göstermediyse, günümüzün insanı da benzer bir uygulamanın içinde olacaktır. İnceleme alanı açarak, kapsamlı ve herkesin dahil olabileceği sorgulamalar, hakikat gerçeğine ulaşmamızı sağlayabilir.
Kendilik Sorgusu ve Özgürlüğün Ontolojisi
Ama bunu önce kendimizden başlatmamız gerekir. Ben kimim? Nasıl bir toplumsal gerçeğin ürünüyüm ya da nasıl bir toplumsal gerçeği kendimle beraber inşa ettim? Yargılarla değil, inceleyerek; çok şeyler söyleyerek değil, gözlemleyerek… Problemin kaynağı kim, ben miyim? Eğer ben isem, bundan böylesi bir dünyanın oluşacağı çok net ve kesindir.
O zaman problemli dünyayı değiştirmek, kendimden, kendimizden başlar. En kapsamlı ve derin incelemeyle kendimizi sorgulamalı ve kim olduğumuzu bilmeliyiz. Çünkü beğenmediğim dünyayı oluşturan, yapılandıran ve inşa eden benim. Bunu yapmadan, hangi kadın, hangi erkek, hangi grup, hangi kurum, hangi anlayış ve hangi toplum özgürleşebilir? Temel derdimiz özgürlük olduğuna göre, her birimiz özgürlük için, özgür yaşam için, özgür paylaşım için, özgür ilişki ve özgür doğa için kendimizden başlamalı ve nerede durduğumuzu çok sağlıklı bir şekilde görebilmeliyiz. Kendisi ve duruşu problemli olan insanın her şeyi sıkıntılı olacaktır.
Bu mektup yalnızca size hitaben değil; aynı zamanda kendime, topluma ve hakikatin özüne yönelik bir paylaşım ve çağrı olarak kaleme alınmıştır. Burada dile gelen her cümle, bireysel özgürlük ile toplumsal özgürlüğün birbirinden koparılamayacağını, zihinsel çözülme ile tarihsel dönüşümün aynı anda yaşanması gerektiğini işaret eder.
Özgürlük, dışarıda arandığında iktidarların, kalıpların ve zihnin oyunlarına teslim olur; içeride köklendiğinde ise yeni bir insanın, yeni bir toplumun, hatta yeni bir dünyanın doğuşuna kaynaklık eder. Hakikatin gözleriyle bakılmadıkça, görünen zincirler çözülse bile, görünmeyen zincirler varlığını sürdürür.
Bugün insanlık yalnızca politik bir çıkmazın değil, varoluşsal bir körlüğün de içindedir. Görmeden özgür olunmadığı gibi, özgürlük de yalnızca görme cesareti gösterildiğinde kalıcılaşır. Bu mektubun taşıdığı niyet, bireysel hakikat ile toplumsal hakikati buluşturan bir özgürlük anlayışını yaşamsal kılmaktır.
Son söz olarak; özgürlüğün bedeli, kendi zihinsel kabuklarımızdan çözülmek, kendi içimizdeki iktidarı ve sistemleri aşmak, kendi hakikatimize tanıklık etmektir. Ancak o zaman, kalıcı ve gerçek bir özgürlük ufku toplumsal yaşamda da kök salabilir.
25 Ağustos 2025
Saygıyla.
Bêjdar Ro Amed
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.