KARACADAĞ VE KUMRULARIN İLAHİSİ
Bir kitabı tanımanın en doğru yolu, önce o kitabın yazarının yüreğine kulak vermektir.
Burhan Babaoğlu, yalnızca bir yazar değil; kelimelerin içinden insanı, toprağı ve zamanı yoğuran bir anlatıcıdır. Onu anlatmak, aslında bir dönemin belleğini, bir coğrafyanın iç sesini ve bir vicdanın yankısını anlatmaktır.
Sevgili Burhan’la yaklaşık 35 yıllık bir dostluğumuz var. Bu dostluk, edebiyatla, düşünceyle, paylaşılan sessizliklerle ve yazıya duyulan saygıyla örülmüş uzun bir yolculuk.
Yazarlık serüveninin pek çok anına tanıklık ettim. İlk cümlelerinden olgunlaşmış metinlerine kadar geçen her süreçte, yazının onun için ne kadar yaşamsal, ne kadar sevgi dolu bir alan olduğunu gördüm.
Onun yazılarına bakarken insan, sadece bir öykü ya da roman okumaz; bir vicdanın ve bir bilincin nasıl büyüdüğüne, olgunlaştığına da tanık olur. “İlmek ilmek dokunmak” derler ya; Burhan Babaoğlu’nun yazarlığı tam da budur. Her satırı emek, her karakteri bir yaşanmışlığın izdüşümüdür.
Burhan Babaoğlu’nun eserlerinde en belirgin unsur, tanıklığın derinliğidir. Onun için yazmak, sadece bir anlatma biçimi değil, aynı zamanda bir hatırlama eylemidir. Unutulmuşun, bastırılmışın, görünmeyenin sesini duyurmak ister. Bu yüzden onun kalemi, hem tarihsel hem de insani bir sorumluluk taşır.
Yazdıkları bir coğrafyayı, bir halkı, bir dönemi anlatırken aynı zamanda insanın evrensel haline de ayna tutar. Toplumsal çelişkilerle bireysel direnişin kesiştiği noktada duran karakterler, Burhan Babaoğlu’nun romanlarında hep bir vicdanın sesini taşır.
Romanlarını okurken hissedersiniz: Bu metinler sadece “kurgu” değildir. Bir tarihin kalbinden süzülüp gelen, tanıklığın ağırlığıyla yazılmış metinlerdir.
Karacadağ Roman Serisi, Burhan Babaoğlu’nun bu anlatı çizgisinin doruk noktalarından biridir.
Seri, bir bölgeyi anlatırken aslında bir ülkenin ruh haritasını çıkarır. İnsan ilişkilerindeki adaletsizlikten, toprakla insan arasındaki bağına kadar her şeyi sorgular.
Serinin üçüncü cildi olan “Kumruların İlahisi”, 1978-1980 yılları arasında Siverek ve Karacadağ çevresinde yaşanan toplumsal çelişkileri ve çatışmaları, dönemin tarihsel arka planıyla birlikte kurgusal bir dille çözümler.
Bu roman, bireysel direnişin toplum karşısında nasıl biçimlendiğini, dürüst bir insanın sistemin çarkları arasında nasıl Don Kişotvari bir yalnızlığa sürüklendiğini anlatır.
Zor bir dönemdir o yıllar. Bir yanda feodal düzenin sertliği, öte yanda değişen dünya… Tam bu ikilemin ortasında, bir insanın “doğru bildiğinden vazgeçmeme” ısrarı vardır.
Bir ağaya “hayır” demenin bedeli, işte romanın asıl eksenini oluşturur.
Yazar bu soruyu okurun zihnine bırakır: “Bir ağaya hayır demenin vebali nedir?”
Girişteki bu şifre, romanın ruhunu açar. Ama çıkışı — yani cevabı — yazar değil, okur bulur.
Çünkü Burhan Babaoğlu, okuruna güvenen, onu düşünmeye davet eden bir yazardır.
Burhan Babaoğlu’nun dili yalın ama güçlüdür. Sözcükler birer süs değil, anlamın taşıyıcısıdır. Yalınlık, onun üslubunda sıradanlaşma değil, derinleşme biçimidir. Cümlelerinde destansı bir sadeleşme vardır; her satırda hem bir halk anlatısı tınısı hem de çağdaş bir edebiyat bilinci hissedilir. “Kumruların İlahisi”, bu anlamda sadece bir roman değil; bir dönem panoramasıdır.
O dönemin insanları, acıları, umutları, hayal kırıklıkları — hepsi bu nehir romanın içinde akar. Ve bu akış, bazen hüzünle, bazen umutla ama her daim içtenlikle sürer.
Bu eser, son yıllarda edebiyatımızda sıkça duyduğumuz “nehir roman” kavramının tam karşılığıdır. Her kitap, diğerine akan bir ırmak gibidir; bütünsel bir hikâyenin parçalarıdır. “Kumruların İlahisi” ise bu nehrin en berrak, en derin kıvrımlarından biridir.
Bu romanı elinize aldığınızda, bir hikâye okumaya değil, bir tanıklığa davet edilirsiniz. Karakterlerin yürek atışlarında kendi sesinizi bulabilir, Karacadağ’ın rüzgârında geçmişin yankısını duyabilirsiniz. Siverek’in taş sokaklarından geçerken, her köşe başında insanın kendiyle yüzleşmesini hissedersiniz.
Burhan Babaoğlu, “Kumruların İlahisi”nde sadece anlatmaz; dinler, duyar, duyurur. Okurunu da bu sessiz ama derin dinleyişe ortak eder. Çünkü bazı hikâyeler okunmaz — dinlenir.
O yüzden diyorum ki: Kumruların içten okumalarını dinleyin… Bakın, ne çok şey anlatıyor.
Burhan Babaoğlu’yla uzun yıllara dayanan dostluğumuz, bana bir gerçeği öğretti: Edebiyat, bazen bir masanın iki ucunda sessizce oturup aynı kitaba bakabilmektir. Sözlerin azaldığı, ama anlamın büyüdüğü o anlarda, yazarın dünyasını en iyi dostu hisseder.
Burhan’ın yazı masasında hep aynı şey vardı: Bir tutam vicdan, bir parça sabır, bir avuç yürek… Onun için yazmak, insan olmanın en derin biçimiydi. Sözcükler onun elinde birer sığınak, bazen bir isyan, bazen bir dua olurdu. Ve bugün, “Kumruların İlahisi”ni elinize aldığınızda, aslında sadece bir roman okumuyorsunuz. Bir dostun, bir yazarın, bir çağın tanıklığını okuyorsunuz.
Yani aslında hepimizin hikâyesini…

Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.