Yazarımız Bejdar RO Amed, İmralı Ceza İnfaz Kurumunda bulunan PKK lideri Abdullah Öcalan’a mektup yazdı.
Sayın Öcalan’a içten bir mektup
BAŞLANGICA DÖNÜŞ: KAYBEDİLEN YER VE İNSANLIĞIN EN TEMEL SORUSU
Merhaba,
Uzun yıllardır yaptığım gibi bu satırlara başlamadan önce, içimde uzun zamandır taşınan ama bir türlü dile gelemeyen bir sükûnetle oturdum. Ne anlatmak istediğimi tam olarak biliyorum ama nasıl anlatacağımı hâlâ usulca tartıyorum. Çünkü bu mektup, sadece fark eden bir paylaşım değil, aynı zamanda bir içtenlik denemesidir.
Birbirine karışan zamanlar, yarım kalmış cümleler, anlamı arayan yollar arasında, insanın insana duyduğu en derin ihtiyacın —anlaşılmak ve anlamak— etrafında dolaşıp duruyorum. İçimde biriken bu kelimeler, ne bir tez dayatması, ne bir karşı duruş; sadece başka bir yerden, başka bir gözle, başka bir bilinçle bakma gayretidir.
Kendime de, size de, bütün insanlığa da aynı soruyu soruyorum aslında: Nasıl oldu da bu kadar uzaklaştık birbirimizden ve kendimizden?
Bu mektup, bir cevap verme iddiası taşımıyor. Aksine, cevapsız kalan o derin soruların yeniden duyulabilmesi için sessiz bir eşlik sunuyor. Ve belki de en çok, insanı yeniden bir insan olarak duyumsayabilmek için…
Biliyorum, ne söylesem eksik kalacak. Ama yine de yazıyorum. Çünkü bazen eksik olanı dile getirmek bile, insanı yeniden yola çıkarabilir. Belki de esas kayıp, insandadır. Zihin, her geçen gün daha da manipülatif; beden, gitgide mekanikleşmiş; ilişkiler, anlamını yitirmiş. Hal böyle olunca, elindeki materyal ne kadar iyi olursa olsun, onu kullanacak olan insan çürükse, her şey çürümeye mahkûmdur.
Ama tam tersi de geçerli. İnsan, kendinden özgürleştiğinde —ki burada kastedilen, kendini terk etmek değil; sahte benliklerinden, yapay ikilemlerinden, dayatılmış doğrularından sıyrılmaktır—en zayıf teori bile onun elinde canlılık kazanır. Çünkü ona ruh üfleyen, teorinin kendisi değil, onu taşıyan insanın halidir.
Başlayacak olursam:
1. Zamanın Dışında, Anın İçinden
Bu mektubu size yazarken, zamana (psikolojik zaman) değil, “ana” yaslanıyorum.
Çünkü psikolojik zaman artık çözüm sunmuyor; çözüm, oyalayıcı bir geleceğe değil, yakıcı bir şimdiye doğmak zorunda. Ve bu an öyle bir an ki; binlerce yılın birikimini, krizini, çelişkisini ve çıkışsızlığını tek bir odakta topluyor. Her şey burada: geçmişin izleri, bugünün yükü ve geleceğin boşluğu.
Bu yüzden size yazmak, bir tercihin ötesinde; an’ın içinden yükselen bir bilinç çağrısına kulak vermek gibidir. Çünkü artık karşımızda ne yalnızca politik bir körlük, ne sadece ahlaki bir çöküş, ne de tek başına kültürel bir sapma var. Karşımızda, insana dair bütün haritaların yandığı, pusulanın kuzeyi unuttuğu, yönün ve yurdun iç içe çöktüğü bir insanlık bunalımı duruyor. .
Ve bu çöküşün tam merkezinde, artık açıkça görüyoruz ki, insanın kendisi var. Bugün insan, insanlığı taşıyamaz hâlde. Ve bu çöküşün sorumlusu dışsal yapılar kadar, içsel körleşmelerimiz.
2. Teori Vardı, Bilgi Vardı, Ama İnsan Yine de Kayıptı
Tarihte hiçbir dönem bu kadar çok teori, bu kadar çok kuram, bu kadar çok öneri üretmedi. Felsefeler, dinler, mitolojiler, sanat yapıtları, edebi metinler, devrimci manifestolar… Hepsi insanı anlamak ve dönüştürmek içindi. Ama gerçek şu: İnsan yine de çözülemedi. Ne aşka dair çözüm bulundu, ne ilişkiye, ne paylaşıma, ne de doğru bir yaşam kurmaya.
İnsan hâlâ çatışma içinde, hâlâ şiddet içinde, hâlâ parçalanmış, hâlâ özgürlükten yoksun. Bu yüzden artık çok açık bir soru sorulmak zorunda: Acaba biz bu sorunu hep yanlış yerde mi aradık?
Eğer arayış doğru yerde olmuş olsaydı, bunca bin yıllık bilgi, bunca arayış, bunca çaba, bir işe yaramış olurdu. Ve insan, bugün bu kadar aciz, bu kadar çözümsüz, bu kadar dağılmış olmazdı.
3. Mesele Teoriler Değil, Onları Taşıyan İnsandır
Bugün artık görünüyor: Kapsayıcı sistemler, ileri düzey felsefeler, örgütlenme modelleri, komünal yaşam tasarıları kulağa ne kadar hoş gelse de, mesele onlar değil. Çünkü bu yapılar ancak onları taşıyacak insan yeterince dönüşmüşse anlam kazanır. Aksi takdirde, en güzel fikir bile bir kendini bilmeyen elinde tiranlığa dönüşebilir. En ileri sistem bile, dönüşmemiş bir zihin tarafından çürütülür. Tıpkı tarihte sayısız defa olduğu gibi…
Ama belki de insanlık hâlâ bu hakikatin ağırlığını omuzlamaya hazır değil: Gerçek çözüm, formüllerde ya da manifestolarda değil — insanın ta kendisinde, dönüşememiş benliğinde kilitlidir.
Bugün artık soru “ne önerdiğimiz” değil; asıl mesele, bu önerilerin kimlerin eliyle, hangi içsel düzlemle hayata geçirildiğidir. Çünkü dönüşmemiş bir zihin, en kutsal metni bile zincire dönüştürür. Ve kirlenmiş bir bilinç, en radikal modeli dahi tahakkümün yeni bir aracı haline getirir.
Yani sorun artık sistemde değil, onu yeniden ve yeniden doğuran insanın ta kendisindedir.
4. Zihinsel Çöküş ve İnsanlığın Gerçek Krizi
Zihin, yönünü kaybetmiş bir harita gibi. Siz defalarca söylediniz: Zihinsel çözülüş, fiziki esaretten çok daha yıkıcıdır. Bugün dünya, tam da bu çözülüşün içinde çırpınıyor. İnsan artık dışsal baskılarla değil, içsel körlükle yönetiliyor. İnsan; fark etmiyor, gözlemlemiyor, sorgulamıyor. Yalnızca tekrarlıyor, alışkanlıklarını kutsuyor ve her şeyi olduğundan ters okuyor.
Oysa insan fark eden özelliğiyle, anlamın doğduğu yerdir. Ve fark etme kaybolduğunda, insan ilişkilerini, yaşamını ve hatta özgürlük arayışını bile tersine çevirir. Bugün insanın dili çözülmüş, sesi başkasına ait, nefesi sahte bir iklimin parçası. Çünkü insan, kendi farkındalığında değil artık. Zihnini başka iklimler işgal etmiş durumda: İdeolojiler, inanç kalıpları, kodlanmış kimlikler ve en çok da kendinden kaçışla örülmüş düşünceler… Bu yüzden bugün insanın zihni, bütünlüğünü kaybetmiş bir harita gibi. Gösteren çok, ama bütünlük yok. Yorum çok, ama görme ve anlayış yok. Kimlik çok, ama kimse kendisi değil.
5. Yapay İkilemler: Düşüncenin Sessiz Tuzakları
En tehlikeli prangalar, en görünmez olanlardır. Ve bugün insanlığın en büyük prangası, yapay ikilemlerle düşünmek hâlidir. Siz bu noktada tarihsel bir tespitte bulundunuz: İnsanlık yalnızca kapitalizm ile sosyalizm, devlet ile devletsizlik, doğu ile batı gibi büyük ikiliklerde değil; İçselleştirilmiş, gündelik, mikro yapay ikilemlerde de boğulmuştur. Güç mü, sevgi mi? Ahlak mı, hak mı? Birey mi, toplum mu? İsyan mı, sabır mı? İnanç mı, akıl mı?
Oysa bütün bu seçenekler — sağ ya da sol, reform ya da devrim, gelenek ya da modernlik — insanın kendi zihninde uydurduğu sahte ikilemlerdir. Zihin, çıkışsızlığını seçenekmiş gibi sunarak varoluşun asıl sancısını gizler. Gerçek seçenek bambaşkadır: Ya alışkanlığın uyuşturucu sıcaklığı, ya da özgürlüğün yakıcı bilinmezliği. Ya tekrarın döngüsel mezarı, ya da hakikatin uçurum gibi çağrısı. Ya yüzeyde debelenmek, ya da derinliğin tekinsiz karanlığına cesaret etmek. Bütün bu seçenekler, insanın zihninde uydurduğu sahte seçimlerdir. Gerçek seçenek ise bambaşkadır: Özgürlük veya alışkanlık. Gerçeklik veya tekrarlama. Derinlik veya yüzey. Ve bu seçim sandığımız kadar teorik değildir — her günkü bakışta, her tepkide, her susta verilir.
Bugün en gelişkin düşünürler, peygamberler, öncüler bile bu ikilemlerin içine doğdular ve çoğu, oradan çıkamadan bir sistemin ya da inancın replikasına dönüştüler. Çünkü düşünce ikilemler oluşturup, bölerek sahte bütünlükler üretir. Ve en korkuncu, insan bu yapay bölünmeleri kendiliği zanneder.
6. Psikolojik Blokajlar: Bedenleşmiş Bir Zihin Hapishanesi
Peki, asıl tutsaklık nerede başlar? Bir hücrenin duvarında mı? Bir devletin yasasında mı? Bir ideolojinin söyleminde mi? Asıl tutsaklık, insanın kendini anlayamadığı anda başlar. Kendi iç evrenine yabancılaştığı yerde. Ve bugün insan, kendi varlığını taşıyamıyor; çünkü içsel blokajların altında eziliyor. Bastırılmış bir öfke, sevgi kılığına sokulmuş korkularla çatışıyor. Sahte bir özsaygı, başkalarının onayını kişiliğin omurgası sanıyor. Öğrenilmiş çaresizlik, kader diye ezberletilmiş bir teslimiyete dönüşüyor. Dogmatik sadakat, fark etmenin yerini alıyor; ve dışa bağımlı kimlik yapıları, kişinin kendi iç hakikatine körleşmesini meşrulaştırıyor. Bu blokajlar; yalnızca bireyin değil, uygarlığın kolektif hafızasına kazınmış tortulardır. Binlerce yılın bastırılmış çığlığı, bugün tek bir insanın suskunluğunda yankılanıyor. Ve bu miras, temizlenmeden — her yeni fikir, yalnızca eski yalanların başka bir yüzüdür. İnsan, kendinden boşanmadıkça hiçbir hakikate buluşamaz. İnsan, kendi karanlığıyla yüzleşmeden ne bir ilişki kurabilir ne de bir toplumu dönüştürebilir.
Bu psikolojik engeller öyle derin ve eski ki; yalnızca bugünün değil, binlerce yılın çürümüş mirası hâline gelmişler. Bunlar temizlenmeden, her yeni tez bir eski yalanın elbisesi olmaya devam eder. İnsan, kendinden soyunmadıkça özgürlüğe dokunamaz. İnsan, kendine dair blokajlarını kırmadıkça ne paylaşabilir ne de kurabilir.
Devrim, dışsal bir olay değil; içsel bir altüst oluşun sessiz fırtınasıdır. Özgürlük, bir iddia değil; kendilikle girişilen köklü bir hesaplaşmadır. Ve sadakat, bir lidere, bir ilkeye ya da bir halk figürüne değil — en önce kendi içindeki gerçeğe gösterilen sahici bir dürüstlüktür.
7. Kurallar mı Yetersiz İnsan mı İşlevsiz?
Kuramlar donanımlıydı, ama taşıyıcı eksikti. Tarih boyunca onlarca güçlü fikir üretildi. Özgürlük düşüncesi farklı coğrafyalarda, farklı kavramlarla dile geldi. Komün, ortaklaşma, topluluk etiği, doğayla uyum… Bugün siz bu düşünsel mirasın en özgün, en bütünlüklü damarlarından birini taşıyorsunuz. Ancak yine de bir sorun var: Bu güçlü kuramlar neden kökleşemiyor? Neden kalıcı bir yaşam biçimine dönüşemiyor? Cevap acı ama yalın: Çünkü kuramlar güçlü olsa bile, onları içsel dönüşümünü yapmış ve bunu taşıyacak bilinç köksüz. İnsan, hâlâ o fikirlerin boyutunda değil. Zihin hâlâ eski alışkanlıklarla hareket ediyor. Dil hâlâ eski tanımların içine sıkışmış. Kalp hâlâ korkuya, hesaplara, sahte sadakatlere teslim. Bu durumda hangi fikir sahici bir dönüşüm yaratabilir ki?
8. En Kapsayıcı Fikrin Bile Düşebileceği Tuzağın Adı: Dönüşüm Eksikliği
Bugün dünyanın en kapsayıcı öneri ve kuramları bile, içsel bütünlüğün yoksunluğu nedeniyle işlevsizleşiyor. Komünal yaşamdan dem vuruyoruz ama hâlâ bireycilik zaafımız var. Kadın özgürlüğü diyoruz ama ne kadın kendini görebiliyor ne de bizler bir “rol” olarak konumlandırmanın ötesine geçebiliyoruz. Demokratik konfederalizmi savunuyoruz ama zihin hâlâ merkeziyetçi çalışıyor. Ekolojik bir toplum tahayyül ediyoruz ama doğayı hâlâ kendimize eklenmiş bir nesne olarak görüyoruz. Yani fikir güzel ama taşıyıcı zihin hâlâ eski. Ve sizce bir düşüncenin kaderini ne belirler? Onun doğruluğu mu, yoksa onu hayata geçirecek olan insanın dönüşümsel niteliği mi? Bugün artık netleşiyor: Kuram değil, insan eksik. Eksik olan, dönüşmemiş, derinleşmemiş, ilişkilerini temizleyememiş, nefesini sadeleştirememiş insan.
9. Fikirler Güzeldir, Ama Onlara Nefes Veren İnsan Güzelse
Siz yıllardır yazıyor, düşünsel haritalar çıkarıyor, tarihi yeniden örüyorsunuz. Kadın, doğa, toplum, özgürlük, etik, yaşamın yeniden kuruluşu… Bunlar bir metin içinde durduklarında değil, bir insanın dönüşüp yüreğinde yaşandıklarında gerçek olur. Bugün yaşadığımız asıl kriz; İnsanın zihinsel dönüşüme cesaret edememesi. Düşünsel olanı okuyoruz ama içsel olanı yaşamıyoruz. Yöntemi konuşuyoruz ama ilişkiyi dönüştürmüyoruz. Büyük cümleler kuruyoruz ama küçük alışkanlıklarımızı terk edemiyoruz. “Sadakat”, bir örgüte ya da fikre değil, önce insanın kendi iç dönüşümüne duyduğu bağla mümkündür. Bu yüzden hakiki dönüşüm; bilgiden değil, farkındalıktan doğar. Kuramdan değil, içsel temizlikten geçer. Tezlerden değil, kişinin nefesiyle kurduğu ilişkiden yükselir. Önceliğin ne olduğu da bu kadar önemli ve fark edilmesi gerekir.
10. Özgürleşme yüzleşme ve Gerçek Başlangıç.
İnsan kendinden başlamazsa, hiçbir başlangıç gerçek değildir.
Bugün her şeyin başına yazılması gereken bir şey varsa o da şudur: İnsan, kendinden başlamadığı sürece, hiçbir sistemi dönüştüremez. Çünkü sistem insanın kendisi. Öyle çok şey biriktirildi ki: Kuramlar, inançlar, ideolojiler, kutsallar, sadakatler… Ama insan hâlâ kendi yalanını sürdürüyor. Kendinden başlayamayanın devrimi teoridir. Yüzleşmeden yürüyenin ilişkisi ezberdir. Nefesini özgürleştiremeyen biri için yaşam, sadece tekrardır. Bugün her şeyden çok bir şeyi öğrenmemiz gerekiyor: Önce insan kendi çarpıklığını görmedikçe, dış dünyanın hiçbir çarpıklığını çözüme kavuşturamaz.
11. Yüzleşmek Acıtıcıdır, Ama Özgürlüğün Eşiğidir
Gerçek yüzleşme, kimliklerle, fikirlerle, bağlılıklarla değil; yalın ve sessiz bir zihinde başlar. Kutsadığımız tüm düşünceler, alıştığımız tüm kimlikler, konforla ördüğümüz tüm fikir duvarları… İşte bütün bunların arkasında saklanan “ben”, yüzleşilmesi en zor şeydir. Çünkü o ben, hep başka şeylerin içine gizlenmiştir: Bir örgüte, bir lidere, bir ideale, bir kitap ya da bir geçmişe… Ama bir gün gelir, insan artık saklanamaz. Gözleri boşluğa, sesi kendine döner. Ve ilk defa hakiki bir şey fısıldar içinde: “Ben bu muyum?” İşte o anda, özgürlük mümkün olur. Yüzleşmenin eşiğinde doğan sessizlik, görmenin ilk adımıdır. Ve bu adım, ne bir örgütle, ne bir felsefeyle, ne de bir kurumla atılır. Bu adım, sadece çıplak bir zihin ve yalın bir cesaretle gerçekleşir.
12. Gerçek Başlangıç: Bütünün İçindeki Sessiz İnsan
En doğru sistem, yanlış bir insanın elinde cehenneme dönüşebilir. En kirli sistem ise doğru bir insanın ellerinde yeniden şekillenebilir. Bu yüzden bizim başlangıcımız artık yeni bir fikir değil. Yeni bir kavram, yeni bir yapı da değil. Bizim başlangıcımız, dönüşmüş bir insanın nefesi, ilişkisi ve varoluşudur.
Bu insan, Kendi alışkanlıklarını kırmış, zihinsel bariyerlerinden boşanmış, yapay ikilemleri terk etmiş, kimliklerin gürültüsünden arınmış ve yalnızca sessizliğin bilgeliğine açılmış bir insandır. Bu insanın yürüdüğü yerde sistem değil, yaşam başlar. Bu insanın konuştuğu yerde örgüt değil, ilişki doğar. Bu insanın varlığıyla, demokrasi soyut bir kavram olmaktan çıkar, bir nefesin, bir sözün, bir bakışın içindeki hakikat olur.
Ve işte bu yüzden… Bu mektubu ne bir isyana, ne bir reddiyeye, ne de bir onaylamaya yazdım. Bu mektup bir yeniden bakma, bir derin sorgulama ve belki de çok gecikmiş bir başlangıç duasıdır.
Biliyorum, kolay bir girişim değil bu. Çünkü her konuşma benzeşmek veya benzeştirmek için yapılır. Her konuşan bir diğerini kendine uyarlamak için çalışır. Bu çok çetrefilli bir girizgahtır. Bu noktada olmaktansa kendine dönmek, kendini bilmek ve dünyayı bu hale getirenin kendimiz olduğunu anlamak daha kıymetlidir. Ama eğer insan bir gün gerçekten anlamaya niyet ederse ve her anlamak isteyen kendisinden başlarsa, o zaman dünya da değişir, kurumlar da, insanlar da, yaşamın kendisi de. hem de içtenlikli bir açıklıkla…
13. Kayıp İnsan, Kayıp Bilinç ve Kaybolmuş Olan İlişkiler
Bugün insanlık neyi kaybetti? Birbirine anlamla bakmayı. Bir diğerinin gözünde kendini görmeyi. Yaşamı kendinden başlayarak, birlikte onarma yetisini. İlişkilerimiz, sevgi bağlarımız, toplumsallık denen o karmaşık haritamız; hepsi de sahici bir bilinçten yoksun kaldı. Ve insan, içindeki o derin boşluğu sürekli dışsal ikamelerle doldurmaya çalıştı: İdeolojiyle, dinle, aidiyetle, kimlikle, mücadeleyle, kutsallıkla… Ama hiçbir şey kendisiyle yüzleşmemiş bir insanı iyileştiremedi. Çünkü insan kendiyle barışmadıkça, hiçbir ilişki barışa varamaz. Kendi nefesini duyamayan biri, başkasının acısını anlayamaz. Ve kendinden özgürleşmeyen bir insan, ne kadar doğru sözler söylese de onları yaşama dökemez.
Bugün geldiğimiz noktada çok açık bir hakikat var: Kuramlar değil, insanın içsel felci çözülemiyor. Teoriler değil, insanın ilişki kurma biçimi dönüşemiyor. Felsefe değil, insanın kendi üzerindeki tahakkümü yıkılamıyor.
14. Sistem değil, İnsan Problemli: “Kim” Sorusunun Derinliği
Burada çok kritik bir dönemeç var. Artık “ne yapılmalı” değil, “kim yapacak” sorusu fark edilerek alınmalı. Çünkü eğer insan çürümüşse, en iyi sistem bile yozlaşır. Ama insan bütünleşmişse, en kötü sistem bile güzelleşebilir. Yani mesele, bir düşünceyi üretmek değil; kendini taşıyabilecek bilinçte bir insan olabilmektir. Sizin önerdiğiniz komünal yaşam, çok ileri bir paylaşım zemini sunuyor olabilir. Ama insan hâlâ krizli ve kendine karşı açık değilse, o yaşam tarzı da şekle dönüşür. Kapsayıcılık, sadece sistemin değil; insanın zihinsel esnekliğinde mümkün olabilir. Demokrasi, sadece yapısal değil; ilişkisel bir varoluştur. İşte bu yüzden bütün meselenin özü insanın kendisidir. Ne düşündüğü değil, nasıl düşündüğüdür ve düşünenin kim olduğudur. Ne savunduğu değil, nasıl yaşadığıdır.
15. Yapay İkilemler, Zihinsel Bariyerler ve Tersten Akan Zihin
Zihinlerimiz ikilemlerle örülmüş durumda. Ve bu ikilemler sadece sistemsel değil, bireysel. Kapitalizm vs sosyalizm, devlet vs devletsizlik gibi büyük ikiliklerin ötesinde, insanın gündelik yaşamındaki en sıradan kararlar bile yapay çerçevelerle biçimleniyor. “Ya sev ya terk et.” “Ya haklı ol ya ilişkili.” “Ya ben ya o.” “Ya devrim ya hiçlik.”
Oysa bu dikotomiler, zihinlerimizin içine kazınmış ve her düşünceyi ikiye bölen keskin hatlar. Bu hatlar çözülmeden, insan gerçekliğe varamaz. Çünkü o hatlar aynı zamanda duygularımızı, ilişkilerimizi, değer yargılarımızı da biçimlendiriyor. Bu nedenle özgürlük, sadece yapısal bir çözülme değil, öncelikle zihinsel bir boşanmadır: Yapay ikilemlerden boşanma. Kalıplardan boşanma. Ezberlerden boşanma. İçimizdeki bin yıllık yankılardan boşanma.
16. Sadakat: Bir Hizip Değil, Bir İç Hakikat Meselesi
Sıklıkla yanlış anlaşılan bir kavram var: sadakat. Sadakat çoğu zaman bir bağlılık, bir taraf olma, bir aidiyet gibi yorumlanıyor. Oysa en gerçek sadakat, insanın kim olduğuna dair dürüstlüğüdür. Kim olduğunu bilmek, neye hizmet ettiğini anlamak, hangi ilişkileri kurduğunu sorgulamaktır. Sadakat, yaşamla kurduğun ilişkinin derinliğidir. Sadakat, konuşmadan duyabildiğin bağdır. Sadakat, en çok da sessizlikle kurulur. Bugün hava, su, toprak, doğa bile insan kadar kirlenmiş durumda. Çünkü biz kendimize sadık kalamadık. Yüzleşemedik. Kendimizle konuşmayı beceremedik. Her şeyi anlamaya çalıştık ama kendimizi anlayamadık.
17. Yeniden Başlamak: İnsanın Kendini Yeniden Var Etme Cesareti
Artık her şeyin başına tek bir cümleyi yazmak zorundayız: insan kendinden başlamadıkça, hiçbir başlangıç gerçek değildir. Ne sistemler, ne kuramlar, ne örgütler… İnsan kendini onarmadıkça, onlar da ancak görüntüden ibaret kalır.
Bu mektup, o onarım için bir çağrı. Bir karşıtlık değil, bir yüzleşme. Bir önerme değil, bir hatırlatma. Bir savunma değil, bir yankı. Kendi içimizdeki o kadim soruya… İnsanlığa yöneltilmiş, hâlâ cevapsız duran o büyük sessizliğe yazılmıştır.
Son Sözler
Bu satırlar, bir ismin, bir kimliğin çok ötesinde; zamanın ve mekânın sınırlarını aşan, insanın kendisiyle buluşmasının ve yeniden doğuşunun sessiz fısıltısıdır. Dünya, kırık aynaların yansıttığı bir labirent gibi; her parça ayrı bir hikâye anlatır, ama gerçek yansıma, insanın kendi içine baktığı andadır. İşte o an başlar gerçek dönüşüm; bütün yapay duvarların ardındaki kendi özüne doğru, özgürlüğün ve birliğin kaynağına. Çünkü özgürlük, dışarıda aranacak bir kavram değildir; o, içimizde saklı bir tohumdur, uzun zamandır beklediği baharı ister. Bizler, bu tohumun bekçileri ve taşıyıcılarıyız. Kendi zincirlerimizi çözdüğümüzde kendimizi ve birbirimize uzanan ellerle, dünyanın en derin yaralarını iyileştirebiliriz.
Bu mektup, bir sona değil, bir yeniden sorgulama noktasına davettir. Sessizliğin içinden yükselen bir talep ışığıdır. Ve eğer bu ışık, hepimizin yüreğinde yanarsa, dünyanın karanlığı bile aydınlanacaktır.
Ve işte bu yüzden, sizin o sık tekrar ettiğiniz cümleyi şimdi daha iyi duyuyorum:
“Beni anlamadınız.”
Belki de mesele, sizi değil; insan ve insanlık olarak kendimizi anlamamamızdır.
O her zaman derinlikten beslenen sessizliğinize bu mektubu bırakıyorum.
Saygılarımla.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.