İNSAN NEDEN BÜYÜK ÖĞRETİCİDEN UZAKLAŞIR?
Büyük Öğretici bazen bir rüzgârın kulağa değen serinliğidir, bazen toprağın ağırbaşlı sabrı, bazen de gökyüzünün hiç daralmayan genişliği… Aslında bize en çok öğreten, doğanın, enerjinin ve evrenin kendi ritmidir. Biz ise çoğu zaman bu ritmi duyamayacak kadar iç gürültümüze gömülürüz. Zihin konuşur, dünya hızlanır, kalbimizin sesi kısılır… Ve bir bakarız, evrenin sade yol göstericiliğinden uzak bir yerde yürüyoruz. İşte tam burada sorulur o soru: İnsan, böylesine büyük bir öğretici varken nasıl olur da başka bir yola düşer?
Doğanın Sessiz Ustalığı
Bir tohumun toprağın karanlığında hiçbir ışık görmeden yeşermeye karar vermesi, insanlığın tüm kütüphanelerinden daha büyük bir bilgelik taşır. Çünkü tohum “karar vermez”, o kendini izler. İçindeki sesi değil, içindeki yönelişi takip eder. O yöneliş, herhangi bir bilgiyle çarpıtılmamış asli bir varoluş bilgisidir.
Bir çiçeğin kendi içine sakladığı o görünmez plan, insanı her zaman şaşırtır. Tohum, karanlık toprağın içinde ıslak ve sessiz bir halde dururken bir kitap açmaz, bir öğreti aramaz, bir akıl hocasının sözlerine ihtiyaç duymaz. İçinde sakladığı saf yöneliş ona yeter. Toprak ne kadar sert olursa olsun, kök nereye uzanacağını bilir. Işığın nerede olduğunu bilmez gibi görünür ama her zaman ona döner. Bir çiçek, hiçbir fikre bağlı olmadan en kusursuz düzeni kurar.
Atom düzeyine indiğimizde bu yalınlık daha da belirgindir. Kuarklar, protonlar, elektronlar; her biri müthiş bir dengeyle dans eder. Bu dansın adı öğretisiz bir bütüne bağlılıktır. Ne bir bilge vardır onlara yol gösteren, ne de bir rehber kitap. Varoluşun akışı yeterlidir. Kuarklar, protonlar, elektronlar; evrenin en küçük ama en kararlı oyuncularıdır. Evren kurulduğundan beri hiçbir bilginin öğretisine ihtiyaç duymadılar. Bir araya gelirken “doğru”yu tartışmadılar, “yanlış”ı araştırmadılar. Varoluşun akışı nasıl gerektiriyorsa öyle titreşti, öyle birleşti, öyle ayrıldı.
Kütlesiz bir parçacığın içinde bile öyle bir bütünlük ve denge vardır ki, insan aklı hâlâ bu uyumu açıklamakta zorlanır. Yıldızların doğuşu, galaksilerin dansı, gezegenlerin kusursuz yörüngesi ve yeryüzündeki tüm canlılık… Bunların her biri, hiçbir öğretmenin yönlendirmediği bir bilgelikle işler.
Doğa ders çalışmaz. Doğa tartışmaz. Doğa kendine bilginin yükünü bindirmez. Ama yine de her şey yerli yerindedir. Kargaşa yoktur, kararsızlık yoktur, arayışın acısı yoktur. Doğa kendiliğiyle bütünleşmiştir; akışın kendisidir.
Zihin Kabuğunun Oluşumu
İnsan, doğanın akışına doğduğu anda bağlıdır. Yeni doğan bir bebek, sezgisel olarak tıpkı bir çiçek gibi açılır; tıpkı bir rüzgâr gibi esintiyi takip eder. Fakat zamanla içsel alanı dışarıdan gelen bilgilerle doldurulmaya başlanır. Bu bilgiler iyi niyetlidir çoğu zaman; ama iyi niyet her zaman doğru yöneliş oluşturmaz. Zihin, kendisine verilen bilgileri işledikçe katılaşmaya başlar. Bu katılık zamanla bir zihin kabuğu oluşturur. İnsan kendi hakikatini bu kabuğun içinden görmeye çalıştıkça yanılır. Çünkü kabuk şeffaf değildir; anlamı çarpıtır, yönelişi bozar, sezgiyi bastırır.
Doğada hiçbir canlı zihin kabuğu taşımaz. Kabuğu olanlar bile —kaplumbağa, salyangoz— kendi zihinlerini değil bedenlerini korurlar. İnsanın kabuğu ise bedende değil, bilincin yanlış yönlendirilmiş bölgelerindedir. Bu kabuk o kadar sessizce büyür ki, kişi bir gün kendine baktığında kendisini değil, kabuğun biçimlendirdiği bir yapıyı görür.
İnsan Neden Bu Yolun Dışında?
İşte tam burada büyük bir soru belirir: Neden insan, doğanın bu yalın ve kusursuz akışının dışına düşer?
İnsan, varoluşunu kurarken bilgiye, öğretmene, filozofa, rehbere muhtaç olduğunu düşünür. Dışarıdan doğrulama almadan kendi iç sesine güvenemez. Bir fikrin onayını almadan yöne karar veremez. Binlerce yıldır kendi varlığının anahtarını dışarıda arar durur.
Oysa doğada hiçbir canlı böyle bir ihtiyaç hissetmez. Bir kuş uçmayı öğrenmek için bilge bir kuşa danışmaz. Bir nehir akmak için bir kitap okumaz. Bir dağ yükselmek için bir öğretinin peşine takılmaz.
İnsan ise çoğu zaman kendini kendi gözleriyle göremeyecek kadar uzaklaşır. Dış bilginin gölgesi, iç bilgelik üzerini örter. Ve gün gelir, insan kendini tanımadan yaşamaya başlar. İşte asıl yabancılaşma böyle doğar.
Doğaya Dönüş Değil, Kendine Dönüş
Birçok insan dönüşümü doğaya dönmek zanneder. Oysa insanın doğaya dönmesi gerekmiyor; insan zaten doğduğunda doğanın içindeydi. Gidilen yer doğa değil, kaybedilmiş kendiliktir. Asıl dönüş, insanın kendi içindeki akışı yeniden duymasıdır. Zihin kabuğunun içinden değil, öz alanın içinden bakmasıdır. Koşullu bilinçten çıkıp koşulsuz varlık hâline yaklaşmasıdır.
Bu gerçekleştiğinde insan, tıpkı bütün varlıklar gibi doğal bir hale gelir. Ne rehbere ne kitaba ne öğretmene ihtiyaç duyar; çünkü kendi rehberliğiyle temas etmiştir. Bilgiye düşman olmaz, sadece bilginin kendini yönlendirmesine izin vermez.
Ve o zaman anlamaya başlar: Çiçeğin açışı aslında insana bir şey öğretmeye çalışıyordu. Atomun dansı insana bir yol gösteriyordu. Nehirin akışı insana bir sır fısıldıyordu.
SIR ŞU: Kendin olduğunda evrenle uyum zaten başlar.
Bildiklerimiz Neden Yola Işık Tutmuyor?
Bugün insanlığın elinde devasa bir bilgi birikimi var. Kütüphaneler dolusu kitap, sayısız öğreti, akademiler, filozoflar, rehberlikler… Fakat garip bir şekilde bütün bu birikim, bizi kendimize yaklaştırmıyor.
Bildiğimizi sandığımız şeyler çoğu zaman sadece zihinsel bir yük haline geliyor. Kendimizi tanımaya değil, kendimizden kaçmaya yarıyor. İçimizdeki sezgiyi susturuyor, doğal akışın sesini bastırıyor. Bilginin ağırlığı hafifletmek yerine ağırlaştırıyor.
İnsanlık, bilgi arttıkça özgürleşeceğini sandı. Ama bilgi arttıkça zihin de karmaşıklaştı. Karmaşık zihin, basit olana körleşti. Basit olan ise, en gerçek olanı saklıyordu. Bu yüzden bildiklerimiz bizi aydınlatmak yerine çoğu zaman gölgeye boğuyor. Kendi özümüzü hatırlamamız için önce bu gölgeleri fark etmemiz gerekiyor.
Büyük Terslik Görülmeden Dönüşüm Gelmez
İnsan kendini dışarıdan inşa etmeye çalıştığı sürece hiçbir şey yerli yerine oturmayacak. Çünkü doğadaki tüm varlıklar içten dışa doğru oluşur. İnsan ise çoğu zaman dıştan içe doğru yaşamaya zorlanıyor. Toplumsal kalıplar, öğretiler, ideolojiler, doğrular, yanlışlar… Biz “kendi iç doğamız” olmadan “başkalarının doğrularını” yaşamaya çabalıyoruz.
Bu yüzden büyük tersliği fark etmek çok önemli: İnsan doğal akışını unuttuğu anda kendinden uzaklaşır. Eğer bu kırılma dönüştürülmezse ortaya çıkan her ilerleme yalnızca bir taklittir. Büyüme zannedilen şey, aslında zihnin genişlemesidir; varlığın değil. Ve zihnin büyümesi, çoğu zaman ruhun daralmasıyla sonuçlanır.
Belki De En Basit Olan En Doğrusudur
Belki de insanın ihtiyacı olan şey daha çok bilgi değil; daha çok saflık. Henüz bir çocuğun gözleri kadar berrak bir algı. Henüz toprağın kokusu kadar yalın bir yöneliş.
Bir süreliğine bildiklerimizi bir kenara bıraktığımızda, içten gelen o derin sessizlik kendini göstermeye başlar. Kökümüzün sesi duyulur. Akışın işareti belirir. Doğanın tüm varlıklara fısıldadığı o gizli rehberlik bize de dokunur.
Ve belki de yalnızca o an anlarız: Biz doğanın dışında değiliz. Sadece kendimizden uzaklaştık. Geri dönmek için büyük şeylere gerek yok. Dönmek, hatırlamak kadar basittir. Doğa milyonlarca yıldır aynı şeyi fısıldıyor: “Ol. Ak. Kök sal. Kendine yaklaş.”
Bu ses duyulduğunda, uyanış kendiliğinden başlar. Tıpkı bir çiçeğin açması gibi, tıpkı bir atomun titreşmesi gibi. Ve belki de o zaman insanlık, ilk kez kendini gerçekten hatırlamaya başlar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.